Onur Haftası: „Ne yalnızız ne de yanlış“
Türkiye'nin farklı şehirlerinde yaşayan beş LGBTİ+ bireyin hikayelerini dinledik. LGBTİ+ hareketi üzerindeki baskılar ve Onur Haftası hakkında konuştuk.
Arad, 39, Denizli
Tahran’da doğup büyüdüm. Beş yaşından beri kendimi erkek gibi hissediyorum. Erkek gibi yürüyor, oturuyor, konuşuyorum. Saçlarımı hep kısacık kestiririm. Öyle seviyorum. 16 yaşına geldiğimde ailem „kadın“ olacağımı söyleyip beni zorla evlendirdi. Bu evlilik benim için tecavüz gibiydi. Kocama “ben erkeğim“ diyordum. Böyle söyleyince hem kocam hem de en büyük erkek kardeşim beni dövüyordu. Birkaç yıl sonra bir oğlum oldu. Kadın bir sevgilim vardı, kocam bir gün beni onunla gördü. Hemen mahkemeye giderek beni dava etti. Bir gece hapiste kaldım, ailem beni çıkardı. O günden sonra oğlumla ailemin yanına taşındım. Onlardan da şiddet gördüm.
Komşularımız, etraftaki insanlar sürekli “kadın mısın, erkek misin?“ diye soruyordu. “Nasıl Müslümansın sen, günah işliyorsun, sapıksın“ gibi cümleleri her gün duyuyordum. Kız kardeşimin kocası bir gün bana tecavüz etti. Kimseye anlatamadım. Artık dayanamıyordum. Özgürce yaşamak için Türkiye’ye gitmeye karar verdim. Denizli’de yaşayan bir tanıdığım vardı. Bana yardım edeceğini söyledi. Oğlumu ailemin yanında bırakıp buraya geldim. Onlar sayesinde ikametgâh çıkardım.
Şimdi İranlı bir eşcinsel ile birlikte yaşıyorum. Biraz çevre edindim burada. LGBTİ+ çevresinden İranlı, Lübnanlı ve Türk arkadaşlarım var. Onları seviyorum, iyi insanlar ama herkes öyle değil. Gittiğim her yerde insanlar garip bakıyor. Laf atanlar oluyor. Bir gün polis karakolunda imza vermekten dönüyordum, bir adam bana seslendi. Dönüp baktığımda bir apartmanın pencerisinden bana bağırdığını gördüm. Apartmanın önündeki arabayı göstererek “Cep telefonum arabada kaldı, asansör yok, getirir misin“ diye sordu. „Hastadır belki“ diye düşünerek cep telefonunu ona götürdüm. Bana tecavüz etti. Yine hiç kimseye söyleyemedim. Nasıl söylerim? o Türk, ben yabancıyım. Polis bana mı güvenir, ona mı?
Her şeye rağmen insanları seviyorum. Sadece olduğum gibi yaşamak istiyorum sadece. Bunun için ameliyat olmam lazım ama çok pahalı. Bir ara hormon ilacı kullanıyordum ama param olmadığından onu da bırakmak zorunda kaldım. Birleşmiş Milletler’den aylık 750 lira alıyorum. Kiramız ise 700 lira. Burada çalışmama izin vermiyorlar. Buraya ilk geldiğimde bir tekstil atölyesinde işe başladım. Bir gün müdür yanıma gelip “Nesin sen?“ dedi. İlk başta ne demek istediğini anlamadım. “Kadın mısın, erkek misin“ diye devam etti. “Erkeğim“ diye cevap verince “Yarın işe gelme, senin gibileri burada istemiyoruz“ dedi. Çalışmak için başka yerlere de gittim ama hep aynı şeyi yaşadım. Allah beni böyle yaratmış, ne yapabilirim ki… Bunu insanlara bir türlü anlatamıyorum.
Türkiye, İran’dan daha iyi ama burada yaşamak düşündüğüm kadar kolay değilmiş. Mart ayında Türkiye sınırları açtığını söyleyince pek çok tanıdığım Edirne’ye gitti. Ben gitmedim. Neye güvenip gideceksin? Zaten oraya giden arkadaşlarım sonra çok sıkıntı yaşadı. İyi ki gitmemişim dedim. Urfa’da yaşayan tanıdıklarım var. Benim gibiler için Urfa’nın daha rahat bir şehir olduğunu söylüyorlar. Orada belki özgürce yaşayabilirim. İl Göç İdaresi’ne gittim bunun için, cevap vermediler. Bundan sonra ne yapacağımı bilmiyorum. Onur Haftası var dediniz. Pek bilmiyorum ama LGBTİ+ insanlar güzel insanlardır. Bir haftayla kalmasa keşke.
Hêvî Berzê (Umut ve yüce kadın), 27, Diyarbakır
Yaklaşık on yıldır seks işçisiyim. Kendimi trans kadın olarak tanımlıyorum. Küçük ölçekte ilk mücadele, ailem ile başladı. Sonra yavaş yavaş büyüdükçe mücadelenin çevresi de genişledi. Okulda, siyaset ortamında, arkadaş çevresine karşı mücadele başladı.
Koronadan önce bir yıldır ailemle görüşmüyordum kendi hayatımı kurmaya çalışıyordum. Zorunlu olarak seks işçiliği yapıyorum. Korona zamanında komşular benim evimi taşlamaya başladılar. O yüzden ailemin yanına geçtim. İşlerim durdu. Zaten ben de korona kapmak istemediğim için korkarak müşteri alıyordum.
Diyarbakır'da ayrımcılıklar yoğun; miting alanına gidemiyorum, kadın yürüyüşüne katılamıyorum. Geçen sene 1 Eylül Dünya Barış Günü mitinginde saldırıya uğradım. Sadece translara yönelikti saldırı. Gay ve lezbiyen arkadaşlarımız vardı yanımızda, onlara saldırı olmadı. Trans olarak ben belirgindim. Atanmış cinsiyeti kadın olan arkadaşlara da müdahale edildi aynı mitingte. Bana „Bayrağı indir ve çık!“ dediler ittirdiler. Gökkuşağını taşıyordum.
Bu yıl, 8 Mart'tan bir gün önce, Diyarbakır'da bir barda cinsel saldırıya uğradım. Hukuki yola başvurmadım. Sadece bardan kaçtım ve taksiye atladım. Polis yolda taksiyi durdurdu numaramı istedi. O da beni taciz etti. Polisi ittirip kaçtım. O psikoloji ile 8 Mart'a gidemedim.
Ben toplumda üç kere dışlanıyorum: Kürt kimliğimden ve dilimden, trans olduğum için ve kadın olduğumdan ötekileştiriliyorum. Diyarbakır'a anlam veremiyorum; neden bu kadar transfobik? Özgürlük diye yırtınan bir kentte özgürlükler nasıl bu kadar rahat kısıtlanabiliyor? Bizim mücadelemizden haberleri var mı?
Daha önce onur yürüşüne katılmadım, Diyarbakır'da transseksüellerin yürüyüşü nerede olsa onur yürüyüşüdür. Sokakta bile yürüseler onur yürüyüşüdür. Ama bizi gay ve lezbiyen ile biseksüllerden ayrı kılan şey translarda görünürlük var. Gayler kendini gizleyebiliyor. Tenimle ruhum uyuşmadığı için dışardan anlaşılıyor. Ailemle kaldığım için Pride'ın çevrimiçi etkinliklerine katılamayacağım, ama isterdim.
Zeynep, 27, İstanbul
Doğduğumdan beri İstanbul’da yaşıyorum. Ergenlik döneminde kadınlara da ilgi duyduğumu fark etmemle beraber biseksüel olarak açılan bir kadınım. “Modern ve açık görüşlü“ bir ailem olmasına ve metropolde büyümeme rağmen açılma sürecim hayatımdaki en zor dönemlerden biriydi. Yakın gördüğüm insanlardan beklemediğim tepkiler almak (bana “hoşgörülerini“ lütfetmeleri gibi) ve hatta bu tepkilerin bazen nefret söylemlerine varması bende hayat boyu taşıyacağım yaralar bıraktı. Bunun sonucunda cinsel yönelimin ve kimliğin kişiye özgü olduğunu ve herkesin yolculuğunun biricik olduğunu fark ettim.
2017 yılından beri aktif olarak Türkiye’deki LGBTİ+ dernekleriyle profesyonel yetkinliklerim çerçevesinde dayanışma içeresindeyim. Gidecek daha çok yol olduğuna inanıyorum. Pride’ın bu yolda taşıdığı önem yadsınamaz. Özellikle yaşı daha genç olan, kendini yalnız ve yer yer kaybolmuş gibi hissedenler için Pride ve LGBTİ+ hareketi kilit bir rol oynuyor. Mücadelenin özel, akademik veya profesyonel hayatta pek çok zorlukla karşılaşan LGBTİ+ bireyler için güvenli bir alan yarattığına inanıyorum.
Gerek ülke gündeminde sıklıkla gördüğümüz nefret içerikli açıklamalar, gerekse her sene yinelenen Onur Haftası yasakları LGBTİ+ hareketinin alanını kısıtlamaya devam ediyor. Hareket her yönden bastırılmaya çalıştıkça alternatif yollar yaratılıyor, daha örgütlü ve güçlü bir hal alabileceğine dair ümidim bu nedenle baki.
İşin daha siyasal boyutuna bakacak olursak Türkiye’deki LGBTİ+ mücadelesi daha lokal bir hal aldı diyebilirim. Bunun arkasındaki en büyük etken elbette hareketin sürekli olarak baskılanması ve neredeyse bütün etkinliklerinin kısıtlanması. Ancak bazı belediyelerle halen LGBTİ+ dostluk protokolleri imzalanıyor. Onur Haftası’nda ve yıl genelinde akademik toplantılar, söyleşiler gerçekleştiriliyor. İçinde bulunduğumuz tablo bizleri biraz karamsarlığa itse de bu düşmanca ortamda bile örgütlenebildiğimizi görmek harekete ve gücüne olan güvenimi tazeliyor. Son dönemde hareketin alternatifler yaratma konusunda özellikle başarılı olduğunu düşünüyorum. Bu da geleceğe dair umutları besleyen bir nokta.
Mücadele ruhunu zaman zaman “burn-out“ yaşasak dahi devam ettirmek için kişisel olarak elimden geleni yapıyorum. Bir gün yeniden Taksim’de ellerimizde gökkuşağı bayraklarıyla özgürce Pride yürüyüşümüzü yapacağımızın hayali ve bizden sonraki kuşaklar için çok daha güvenli bir atmosfer bırakmak bu konudaki en büyük motivasyonum.
Okan, 24, Diyarbakır
2014 yılında Dicle Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nde okumak için Diyarbakır'a geldim. Hukuk fakültesinde okurken Keskesor LGBTİ+ oluşumu ile tanıştım. Açık kimlikli olarak mücadele yürütüyorum. Serbest avukat olarak çalışıyorum. Keskesor'u homofobi ve transfobiye karşı mücadelemi yürütebileceğim ve kendimi ifade edebileceğim bir alan olarak gördüğümden orada yer aldım. Şu anda sadece baronun LGBTİ+ komisyonunda görev üstleniyorum.
Diyarbakır Barosu LGBTİ+ Hakları Komisyonu’nun kuruluş aşamasında pek çok meslektaşımızla bir araya geldik. Her kesimden karşı çıkanlar oldu, onlarla mücadele ediyorduk. Bir grup, “İslama aykırı“ söylemini yükseltirken bir grup da “Bu süreçte daha önemli sorunlar varken komisyon gereksizdir“ gibi itirazlarda bulundu. Ama sonuçta 16 Eylül 2019 tarihinde LGBTİ+ Hakları Komisyonu fiili olarak kurulmuş oldu.
Komisyon kurulduktan sonra bir grup avukat tarafından imzaya açılan bir bildiri ile hedef gösterildik. Bildiride “Farklı cinsel özellikleri olan kişilerin tedavi olabileceği“ gibi nefret dolu ifadeler kullanılarak komisyonun “lağvedilmesi“ talep edildi. Sonraki aylarda biz baroda LGBTİ+ stajyer avukatlara yönelik olarak LGBTİ+ 101 eğitimi verdik. Komisyon olarak şu ana kadar zorunlu müdafilik/vekillik görevlerinde dava süreçlerini takip ettik. Bir LGBTİ+ birey için de koruma tedbiri aldırdık.
Biz LGBTİ+ hakları mücadelesini yürütüyoruz ama 16 yaşındaki gençlerin kendisini savunabilmesi için bazı mekanizmaların harekete geçirilmesi gerekir. Baroda bize gelen vakaların ilerleyememesinin nedeni de bu. Çocuk ailesinin bilmesini istemiyor. Sadece muhafazakarlık, feodalizm ile ilgili de değil. Orta sınıf bir aile de ikili cinsiyet temelinde çocuklarını yetiştiriyor.
Diyarbakır'a geldiğim yıldan bu yana LGBTİ+ hakları ile ilgili kendini ifade etme anlamında, gösteri yürüyüş hakları anlamında bir ilerleme olmadı. Örneğin 2014 yılında Newroz'a LGBTİ+ grubu olarak katıldığımızda sıkıntı yaşamıyorduk. Ama 2019 yılında ki en son Newroz kutlaması dahil saldırılar da bir artış oldu. 2019 yılı 1 Eylül Barış Günü'nde de bize karşı sistematik saldırılar oldu. Elleri bıçaklı kişiler saldırıp, grubu linç etmek istediler. Gökkuşağı bayrağımıza laf ettiler. LGBTİ+'lara karşı nefret suçları cezasız kaldığından bu suçlar artıyor.
Pride'ın ortaya çıkışı bir isyana dayanıyor. O direniş LGBTİ+ haklarına yönelik baskının ardından gelişen isyan ile bugünkünü kıyaslayınca büyük bir farklılık görüyorum: LGBTİ+ mücadelesinin liberal bir hak arayışı olarak anaakımlaştı. Ancak İstanbul Pride'ın ve Türkiye'deki LGBTİ+ hareketinin dünyadan ayrıldığı yanları var. Türkiye'deki genel politik sorunları da ortaya koyup LGBTİ+ mücadelesi ile eşzamanlı yürümesini sağlıyor. Ama gene de eleştirilecek noktaları var. Mesela Türkiye LGBTİ+ hareketinin Kürt LGBTİ+'ları kapsayıcılığı... Çözüm sürecinde, barış politikalarında LGBTİ+lar nerede duruyor? Gerçekten bunu dert ediyorlar mı, mücadelenin neresine koyuyorlar? Bunu tartışmak gerekiyor.
Türkiye'de çözüm sürecinde nefret suçları devam etse de, son dönemde daha da artan vakalara bakıldığında çözüm sürecinin olumlu yanları vardı. Diyarbakır'da ve genel ölçekte sokak kutlamaları vardı. Keskesor 2013'te Dersim'deki Munzur Festivali'ne katılmıştı. Ardından yürüyüş yapılmıştı. Söylem hep barış üzerineydi. Çözüm sürecinde LGBTİ+'ların Diyarbakır başta olmak üzere bölgede yürüttüğü mücadeleye bakıldığında görünürlük mücadelesi başta olmak üzere yerel yönetimler ve STK'larla da yeri geldiğinde ortak çalışmalar yapıldı.
Elbette çatışmalı süreçler söz konusu olduğunda politika üretmek ve herhangi bir mücadele alanında faaliyet göstermekte zorlaşıyor. Çatışma sürecinde artan milliyetçi ve kutuplaştırıcı söylemler ile politikalardan dolayı bu tür desteklerin azaldığını gözlemledik. Ancak LGBTİ+ hareketi bu süreçte de barış politikası üretebilmeli.
Zeplin, 26, İzmir
Elimden geldiğince hayvan, LGBTİ+, kadın ve mülteci hakları için dayanışan, işsiz gazeteci ve tiyatrocuyum. İkili cinsiyet sistemiyle barışık olmayan biriyim, kendimi en çok queer olarak tanımlamaya yakın hissediyorum. 2011’de üniversiteye başladığımda ne bu kadar farkındalık ne de bu kadar dayanışma görüyordum. Mesela ben üniversitenin ilk yılı, LGBTİ+'ların bifobi yapacağını düşünmezdim. “Sen önceden erkeklerle sevgili olmuşsun’’ diye aklımın almadığı bir tepkiyle karşılaşınca kendimi sorgulamıştım ve kimseye anlatamamıştım. Şimdi durum daha farklı. Daha güçlüyüz.
LGBTİ+’lar üzerindeki baskıların giderek arttığı ortada. Bunun en son örneği Diyanet’in yakın zamandaki açıklamalarıydı. Bu açıklamalar bazı arkadaşımızın fobik saldırılara uğramasına sebep oldu. Evet fobi hep vardı. Ancak nefret söylemleriyle pekiştirilip güçlendirildi.
LGBTİ+ olarak iş bulmak zaten zordu. Halihazırda bir çoğumuz sigortasız işlerde ya da hizmet sektöründe çalışmak durumundayız. Bir çoğumuzun işsizlik maaşı ya da sosyal güvencesi zaten yoktu.
Pandemi sürecinde kapanan iş yerleri, ücretsiz izinler zaten iş bulmakta sıkıntı çeken biz LGBTİ+ların işlerimizden olmamıza, büyük zorluklar çekmemize sebep oldu. Ailesinden ayrılarak kendisine özgürlük alanı yaratmaya çalışan arkadaşlarımızın bazıları ise evlerine döndü- ki bu da çok zorlayıcı oldu. Mesela ailenize karşı kapalı kimlikli bi trans olduğunuzu düşünün, başka bir şehirde öğrencisiniz diyelim. Eve döndüğünüzde hayatınız, giymeniz gereken kıyafetlerden isminize kadar değişebilir.
Ailesinin yanına dönenlerden biri de benim. Aileme karşı açık bir kimliğim yok. Geçenlerde anneme “tercihlerime saygı duymayan insanlarla arkadaş olmam“ gibi bir şey dedim. Gergin bir şekilde ’’Tercih derken?’’ diye sordu. Bu gerginlik tüm gün devam etti, geçmişte olduğu gibi.
Pride, bizlere ne kadar umutlu ve ne kadar cesur olduğumuzu bizlere gösteriyor. Pride, yan yana olduğumuzu herkese gösterdiğimiz bir yürüyüş; hayattaki yürüyüşümüz gibi. Ne yalnızız ne de yanlış.
Pride hakkında konuşacak olursam diyebilirim ki, 2013 yılında Pride’da yürümek daha kolaydı. Artık mesele yalnızca yürümek değil, yürüdüğümüz yerde bedenen direnmek ve çatışmak oldu. Ben geçtiğimiz yılki Pride’da iki kez polis şiddetine maruz kaldım. Arkadaşlarımız o akşam gözaltına alındı. Romantize etmek istemem ama ertesi gün birbirimize daha umutla baktığımızı hatırlıyorum.
LGBTİ+ mücadelesinin en sevdiğim sloganını tekrarlamak istiyorum:
'’Korkmayın korkmayın bi’ aradayız,
Korkun korkun bi’ aradayız.’’
taz lesen kann jede:r
Als Genossenschaft gehören wir unseren Leser:innen. Und unser Journalismus ist nicht nur 100 % konzernfrei, sondern auch kostenfrei zugänglich. Texte, die es nicht allen recht machen und Stimmen, die man woanders nicht hört – immer aus Überzeugung und hier auf taz.de ohne Paywall. Unsere Leser:innen müssen nichts bezahlen, wissen aber, dass guter, kritischer Journalismus nicht aus dem Nichts entsteht. Dafür sind wir sehr dankbar. Damit wir auch morgen noch unseren Journalismus machen können, brauchen wir mehr Unterstützung. Unser nächstes Ziel: 40.000 – und mit Ihrer Beteiligung können wir es schaffen. Setzen Sie ein Zeichen für die taz und für die Zukunft unseres Journalismus. Mit nur 5,- Euro sind Sie dabei! Jetzt unterstützen
Starten Sie jetzt eine spannende Diskussion!