piwik no script img

Adliye muhabirliğiGazeteci davalarını haberleştirmek

Hakkında gizlilik kararı olmayan, kamuya açık bir davayı izleyeceğiz, haberleştireceğiz. Salona girip bir haber yapmak kadar kolay değil mi? Değil.

„Salon küçük“, „röportaj yapmak yasak“. Foto: Elif Akgül

Bu yazı siyasi ya da ekonomik bir iktidarın bir haberi nasıl engellediğine ilişkin bir yazı değil. Bu faşizmin, hak ihlalinin nasıl “sıradanlaştığına“ ilişkin bir yazı.

15 Temmuz darbe girişiminin “medya ayağı“ ayağı oldukları gerekçesiyle, Ahmet Altan, Mehmet Altan ve Nazlı Ilıcak'ın ağırlaştırılmış müebbetlerle yargılandıkları davanın ilk beş duruşması aralıksız bir hafta sürdü. 19 Haziran'da başlayan duruşmaların üçüne girdim. Diğer ikisine gitmeme sebeplerim arasında haber alma ve haber verme uğruna verilen “kapı önü kavgaları“ndan yılmış olmam.

“Salon küçük “ ve “oturacak yer yok“ bahanesiyle basın mensuplarının mahkeme salonlarına alınmaması ilk değil. Ayrıca tabii ki sadece basın değil, izleyiciler, uluslararası gözlemciler ve hatta sanık yakınları da bu “uygulama“dan nasibini alıyor.

Ama mevzu haber alma ve haber vermenin engellenmesinden çok “siyasallaşması.“ Eskiden beri, Anadolu Ajansı'nın İhlas Haber Ajansı'nın ve hatta Doğan Haber Ajansı'nın girebildiği davalar biz “muhalif“ ya da “alternatif“ medya çalışanları için erişilebilir değil.

Elif Akgül

1986 doğumlu, İstanbul Bilgi Üniversitesi Sinema Televizyon bölümü mezunu. Daha önce İMC TV'de muhabir olarak çalıştı. bianet'in İfade Özgürlüğü haberleri editörlüğünü yapıyor.

Haber yapmak o kadar kolay değil

Bu yazıyı yazarken, 2011'de Oda TV davasının ilk duruşmasında “salon küçük“ bahanesiyle çıkan arbedeyi hatırladım. O arbede aklıma her geldiğinde hala güvenlikçiden yediğim tekme yeri sızlıyor.

Altan kardeşlerin ve Ilıcak'ın duruşması da aynı öyle bir gündü. Sabah saat 10.00'dan beri bir grup gazeteci olarak İstanbul'daki Çağlayan Adliyesi'ndeyiz. Hakkında gizlilik kararı olmayan, kamuya açık bir davayı izleyeceğiz, haberleştireceğiz. Salona girip bir haber yapmak kadar kolay değil mi? Değil.

Öncelikle adliyeye sık yolu düşen insanlar olarak “alıştığımız“ bariyerlere denk geliyoruz. Davayı kalabalık bir kitle izlemek istiyor. Aralarında çok sayıda uluslararası hak örgütü temsilcileri var. Çoğu Türkçe bilmiyor, bu nedenle çevirmenleriyle adliyeye gelmişler.

Bir bakışta dışarıda kalacağımızı anlıyoruz. Çünkü daha önce kaldık. Önce “tatlı dili“ deniyoruz. Çeşitli koridorlarda farklı güvenlik görevlilerine “dert anlatmaya“ çalışıyoruz, olmuyor. Sonra dava sahiplerine yani yargılananların yakınlarına rica ediyoruz: “İzin verirseniz gazeteciler olarak önce biz geçelim. Aksi halde içeri alınmayacağız, haber yapılmayacak.“ Belli ki “herkes“ için Türkçe bilmeyen, dolayısıyla duruşmayı aktif şekilde dinleyemeyecek uluslararası heyetin ve onların çevirmenlerinin duruşmaya girmesi, gazetecilerin haber yapmasından daha önemli.

Salona kimin girebileceği güvenliğin elinde

Bunu, çevirmenlerden birinin “Senin mesleğin benimkinden daha önemli değil“ demesinden anlıyorum. Kendisi eski bir gazeteciymiş, Sarı Basın Kartlı olanlardan. Ona mevzunun “benim mesleğim“ olmadığını “biz haber yapmazsak bu davadan kamunun haberdar olamayacağını“ anlatamıyorum.

Sıra güvenlikçilere geliyor. Ana akım medyayı yahut “tanıdığı“ gazetecileri içeri alan güvenlik amiri, bizim gibi “tanıdıklarını“ ise “Koltuk düzenlemesi bana ait. İstediğimi alırım“ diye karşılıyor. Yani „yeni Türkiye“nin bir güvenlik amiri açık yargılama ilkesine kolaylıkla meydan okuyabiliyor. Hem de Savcılıktan gelen “görünmez“ talimatla! Başka bir güvenlik görevlisi kendisine tepki gösteren bir muhabiri duruşma salonunda “iteleyebiliyor“. Bir dakika bu eski Türkiye'nin de uygulaması olabilir. Ne de olsa devlette devamlılık esastır.

Hak talep edeni yalnız bıraktığında

Altı yıllık duruşma deneyimime dayanarak söylüyorum: Bu davalara ancak itiraz ederek, bağırıp çağırarak, inatla, geri adım atmadan talep ederek girilebiliyor.

Peki bu şekilde barikatları aştığınızda ne oluyor? İçeri girebilmiş olan gazeteci, sanık yakını ya da sivil toplum temsilcisi “Siz kavga ettiğiniz için bizi bile içeri almayabilirler“ diyor.

Bakın, işte can acıtan budur. Bir gazeteciyi, haber yapmak adına ağlatan budur. Hayatında bir gün adliyeye gelmiş bir kişinin, kendi “alanını“ korumak adına tüm haber alma hakkını çöpe atmasıdır.

Bunun sonucu ise yine elinde “minik“ iktidarlarını tutanlara yarıyor. Bu kavgadan bir iki saat sonra gazeteci iteleyen o “güvenlik görevlisi“ bu sefer tümüyle serbest ve hak olan adliye koridorunda (duruşma salonu değil) röportaj yapmayı “yasaklıyor“, yine o “Savcılıktan aldığı görünmez güç ile.“

Her şeye rağmen biz yine kaldığımız yerden, Altan kardeşler ve Ilıcak'ın 19 Eylül'deki altıncı duruşmasında, barikatları aşmak için adliye salonu kapısının hemen önünde bekliyor olacağız.

*Bu yazı ilk olarak 19.06.2017 tarihinde bianet.org'da yayınlanmıştır.

taz lesen kann jede:r

Als Genossenschaft gehören wir unseren Leser:innen. Und unser Journalismus ist nicht nur 100 % konzernfrei, sondern auch kostenfrei zugänglich. Texte, die es nicht allen recht machen und Stimmen, die man woanders nicht hört – immer aus Überzeugung und hier auf taz.de ohne Paywall. Unsere Leser:innen müssen nichts bezahlen, wissen aber, dass guter, kritischer Journalismus nicht aus dem Nichts entsteht. Dafür sind wir sehr dankbar. Damit wir auch morgen noch unseren Journalismus machen können, brauchen wir mehr Unterstützung. Unser nächstes Ziel: 40.000 – und mit Ihrer Beteiligung können wir es schaffen. Setzen Sie ein Zeichen für die taz und für die Zukunft unseres Journalismus. Mit nur 5,- Euro sind Sie dabei! Jetzt unterstützen

0 Kommentare

  • Noch keine Kommentare vorhanden.
    Starten Sie jetzt eine spannende Diskussion!