piwik no script img

Avukat Aslı Kazan„İhbarcı toplum, OHAL’in ihtiyaçlarına cevap veriyor“

Eskişehir saldırısının ardından Avukat Kazan ile ihbar toplumunu ve Türk yargısını konuştuk; „Muhbirliğin kutsandığı toplumlarda ihbar ile iftiranın karıştırılması kaçınılmaz bir sonuçtur.“

Foto: özel

Türkiye, 5 Nisan günü Eskişehir’deki Osmangazi Üniversitesi’nde dört akademisyenin vurularak öldürülmene tanık oldu. Akademisyenleri üniversitedeki odalarında katledense yine bir öğretim görevlisiydi. Kanlı olay hakkında haber yasağı getirilmiş olsa da, konuya dair ilk bilgiler ürkütücüydü. Zira katliamı yapan öğretim görevlisi, 15 Temmuz darbe girişiminden sonra 200’ü aşkın akademisyeni Gülen Cemaati’ne mensup olmakla itham etmiş, emniyet ve savcılığa ihbar mektubu göndererek haklarında soruşturma başlatılmasına neden olmuştu.

Yaptığı bazı ihbarların asılsız çıkması, bu nedenle kendisi hakkında da suçlamaların yöneltilmesi üzerine işler çığrından çıkmış, sık sık öfke nöbetleri geçirdiği belirtilen akademisyen sonunda silahına davranıp bu defa kendinden şikayetçi olanları katletmişti.

Devlet teşvikiyle ihbarcılığın geldiği vahim noktayı; hukuksuz yargılamaları; iktidara yakın hakim ve savcıların kadrolaşması yönündeki tartışmaları ve Gülen Cemaati’nin, AKP iktidarıyla ortak olduğu 15 Temmuz öncesinde yargıyı nasıl domine ettiğini Avukat Aslı Kazan ile konuştuk.

Eskişehir Osmangazi Üniversitesi’nde dört öğretim görevlisini öldüren araştırma görevlisinin 200’e yakın kişiyi ihbar ettiği ortaya çıktı. Bir hukukçu olarak Türkiye’deki ihbarcılığın geldiği noktayı nasıl değerlendiriyorsunuz?

Bakın, göçmen kaçakçılığı çetesinin işlediği bir suçun ihbar edilmesi söz konusu olabilir. Ya da yerde yaralanmış birini gören kişi ihbarda bulunabilir. Elbette hukuka uygun olduğunda suçun önlenmesi, suçluların yakalanması açısından ihbar çok önemlidir. Ama toplumun baskıyla, korku ve zulümle teslim alınmaya çalışıldığı dönemlerde, ihbar mekanizmasının bambaşka amaçlarla kullanıldığı bir gerçektir. Ne yazık ki günümüzde teşvik edilen ihbar da aslında bu amaca hizmet ediyor.

Pek çok gazeteci de anonim ihbarcıların bildirimleri nedeniyle tutuklandı, tutuklanmaya devam ediyor. Başka ülkelerde de bu tür vakalar yaşanıyor mu?

Demokrasi kültürünün ve hukuk devleti ilkesinin yerleşmediği Türkiye gibi ülkelerde, ayrıntılı yasal düzenleme de olmayınca, muhbirin yalan söylemesi, ihbar ile iftiranın birbirine karıştırılması kaçınılmaz bir sonuçtur. Eskişehir örneğine bakacak olursak, muhbirin bugüne dek 200’den fazla kişiyi ihbar ettiği söyleniyor. Bu çok yüksek bir sayı. Muhbirin, kime kızdıysa 'FETÖ’cü diye ihbar etmesi ve ihbarını asla delillendirmemesi, muhbirin akıl sağlığından kuşku duyulması gerektiğine işaret ediyor.

Ancak muhbirin beyanlarının savcılarca ciddiye alındığı, ihbar ettiği kişilerden 35’inin sanık olarak yargılandığı, hatta sanıklardan 26’sının tutuklu olduğu ortaya çıktı. Türkiye’de olduğu gibi delilsiz ihbarcılığın devlet eliyle teşvik edildiği, muhbirliğin kutsandığı toplumlarda, ihbarcıların çok farklı saiklerle hareket etme ihtimali yüksektir. Muhbirler ve ihbar müessesi, Türkiye’de adaletin tesisi için değil, olağanüstü yargılama döneminin duyduğu bir ihtiyaçtan ortaya çıkıyor.

15 Temmuz’dan önce yapılan ihbarlarla bugünkü ihbarlar arasında nitelik olarak ne tür farklılıklar gözlemliyorsunuz?

15 Temmuzdan önce isimsiz, imzasız ihbar mektupları vardı. Gizli tanıkların kullanıldığı kumpas davalarda ihbarları destekleyecek sahte deliller de üretiliyordu. Çünkü o dönemde hükümetin ileri demokrasi gibi bir iddiası ve „Yeni Türkiye“ ideali vardı. Her ne kadar davalar kumpas da olsa „tarafsız ve bağımsız mahkemeler“ önünde görüldüğü ve „hukukun üstünlüğünün esas olduğu izlenimi“ yaratmak, uluslararası kamuoyu oluşturmak açısından önemliydi. Bunun için her önüne geleni ihbar eden muhbirlere değil, ellerine tutuşturulan senaryolara uygun ifade verecek gizli tanıklara ihtiyaç vardı.

Şu an Türkiye’deki mevcut iktidarın, yargılamaları, uluslararası kamuoyu karşısında haklı göstermek gibi bir niyeti yok mu yani?

Geldiğimiz noktada iktidara teslim olmuş yargının benzer kaygılar duymadığı ortada. Bugün OHAL ile yönetilen Yeni Türkiye’nin artık ileri demokrasi gibi bir derdi olmadığından o sayfa kapandı. OHAL’in ihtiyaçları daha farklı. Bu ihtiyaçlara herkesin birbirini ihbar ettiği, korku ikliminin egemen olduğu bir toplum cevap veriyor. İşte bu korku ve baskının egemen olduğu bu yeni sistemde, ihbara uygun bir delil üretmeye dahi gerek görülmüyor. 15 temmuz öncesi ihbarlar sahte delillerle desteklendiğinden, delillerin sahte ve iddiaların gerçek dışı olduğunu ispat etmek sanıklar için mümkündü.

Peki, ya 15 Temmuz darbe girişiminden sonra?

15 Temmuz sonrası dönemde ise artık muhbirlerin sevmediklerine karşı yönelttikleri „FETÖ’cü“ beyanı esas kabul ediliyor ve tek başına yeterli görülüyor. Bu şekilde yapılan ihbarlarla listeler oluşturuluyor, listelerde yer alan isimler başkaca delil aranmaksızın tutuklanıyor, yargılanıyor, hüküm giyiyor. İspat etme yükümlülüğü yine sanık üzerinde ancak bu yeni dönemde yargı ihbarları delillendirmeye dahi lüzum görmediğinden, ihbarı çürütmek sanıklar için daha zor oluyor.

Türkiye’deki yargı sistemini hangi ülkedeki sisteme benzetiyorsunuz?

Hukuk ve adaletle arasına mesafe koyan bağımsızlık ve tarafsızlığını yitiren her yargı sistemi kendi özgün koşullarında yeni bir şeye dönüşür. Her ülke bu noktada kültürel düzeyi ve yargı geleneğine koşut kendine özgü bir sistem yaratır. Bu nedenle Türkiye’deki yargı siteminin hangi ülkeye benzediğini söylemekten ziyade yeni Türkiye’ye ait yerli ve milli bir sistem olduğunu belirtmeliyim. Elbet bu sistem an itibariyle insanlığın yarattığı ortak yargı kültürünün dışında ve gerisindedir.

Evrensel hukuk ilkelerini göz önüne aldığımızda, ihbar, tutukluluk için yeterli bir gerekçe midir?

Evrensel hukuk ilkelerine girmeden önce şunu söylemek isterim, yürürlükte olan mevzuatımıza göre de tek başına ihbar, bırakın tutuklamayı, soruşturma yapmak için bile yeterli gerekçe olarak kabul edilemez. Soyut, genel, ciddiyetten uzak ihbarlar için anında „soruşturmaya yer olmadığı“ kararı verilmelidir. İhbarcının kimliği de ihbarın ciddiyeti açısından önemle sorgulanmalıdır. Ancak halihazırdaki uygulamamızda, ihbarın tutukluluk için yeter gerekçe kabul edildiğine pek çok yerde tanık oluyoruz.

Cemaat mensubu hakim ve savcıların yargıyı ele geçirdiği dönemle bugün arasında bir hukukçu gözüyle ne tür farklılıklar görüyorsunuz?

Dışarıdan bakınca yargı meselesinde Cemaat öncesi ve sonrası dönemde yaşananlar arasındaki fark, „konfor farkı“ olarak tespit edilebilir. Ancak bu son derece yüzeysel bir değerlendirme olur. Zira Türkiye yargısının her dönem büyük sorunları olmasına karşın son döneme kadar her şeye rağmen orta düzeyde bir adliye kültüründen bahsedebiliriz. Cemaat yargısının tasfiyesi ile birlikte bu orta düzeydeki adliye kültürü de yok edildi.

Bu kültürün taşıyıcısı olan yargıç ve savcıların tamamı tasfiye edildi. Eski adliye yok edilirken yeni adliye ise bir parti merkezinin arsası üzerine inşa ediliyordu. Cemaatin iktidar ortağı olduğu dönemde yargı kurucu bir özelliğe sahipti. Yürütülen soruşturmalar ve açılan davalar siyasetin, bürokrasinin ve ekonominin biçimlendirmesinde merkezi bir rol oynuyordu. Öyle ki günlük gazete okuyucusu yahut televizyon izleyicisi size bir çırpıda birkaç özel yetkili savcı ve hakim ismini sayabilirdi. Oysa bugün seçilemeyen milletvekili, seçilemeyen belediye başkan adayı, il ve ilçe yöneticileriyle tahkim edilmiş bir yargımız var. Bu yargı kendi siyasal düşüncesi doğrultusunda karar oluşturma şansına dahi sahip değil. Gördüğümüz tıpkı bir gölge oyunu.

Ergenekon ve balyoz yargılamaları sürecinde görev almış savcı ve yargıçların, bugün ya firari ya da tutuklu olduğunu görüyoruz. Bu dönemde yine talimatla soruşturma yürüten ya da tutuklama kararı veren yargı mensuplarının gelecekte aynı kaderle yüzleşmesi olası mı?

Bugün görev yapan yargıç ve savcıların akıbetinin ne olacağına dair bir değerlendirme yapmayı doğru bulmuyorum. Bence başkalarının hayatı hakkında karar veren hakim ve savcılar mutlaka kendi akıbetlerinin ne olacağını da düşüneceklerdir. Bu şansı onlara vermeliyiz. Ancak son dönemde yaşadıklarımız, hukukun sadece toplum için değil bilakis hakim ve savcılar için de asgari bir güvence sağladığını hepimize gösterdi.

Yaratılan iklimde, kişisel hesaplaşmalar için yapılan asılsız ihbarların da soruşturmaya dönüştüğü oluyor mu?

Elbette. Örneğin özel bir havayolu şirketinde üst düzey yönetici olarak çalışan bir kadın, ayrıldığı nişanlısı tarafından tehdit ediliyor. Kadın, ayrıldığı adamın onu tehdit etmesi üzerine suç duyurusunda bulunuyor. Soruşturma devam ederken kadın adına açılmış bir sosyal medya hesabından şu paylaşım yapılıyor: „7 Haziran, takunyalı saltanata son verelim.“ Bu paylaşımın ardından tehdit eden eski nişanlının bir arkadaşı, kadını BİMER'e ihbar ediyor. Kadın sosyal medya kullanmadığını, kendisini BİMER'e şikayet edenin eski nişanlısının arkadaşı olduğunu söylemesine rağmen savcı, bir araştırmaya, inceleme yapmaya gerek duymadan konuyla ilgili iddianame düzenliyor. Böyle örnekleri çoğaltmak mümkün.

taz lesen kann jede:r

Als Genossenschaft gehören wir unseren Leser:innen. Und unser Journalismus ist nicht nur 100 % konzernfrei, sondern auch kostenfrei zugänglich. Texte, die es nicht allen recht machen und Stimmen, die man woanders nicht hört – immer aus Überzeugung und hier auf taz.de ohne Paywall. Unsere Leser:innen müssen nichts bezahlen, wissen aber, dass guter, kritischer Journalismus nicht aus dem Nichts entsteht. Dafür sind wir sehr dankbar. Damit wir auch morgen noch unseren Journalismus machen können, brauchen wir mehr Unterstützung. Unser nächstes Ziel: 40.000 – und mit Ihrer Beteiligung können wir es schaffen. Setzen Sie ein Zeichen für die taz und für die Zukunft unseres Journalismus. Mit nur 5,- Euro sind Sie dabei! Jetzt unterstützen