Yücel 271 gündür tecritte: Deniz'in iddianamesini gören var mı?
Neredeyse 9 aydır tecrit altında tutulan Alman vatandaşı gazeteci Deniz Yücel ile cezaevindeki futbol kariyeri, henüz okumadığı Tolstoy kitabı, Alman dış politikası ve Türkiye'nin geleceği üzerine konuştuk.
Nasılsın Deniz?
İyiyim aslında, sorduğun için teşekkürler. İddianamem hala hazırlanmamış olsa da en nihayetinde tutuklu olma sebebimi biliyorum: Sanırım kendi adıma bunu böyle tahayyül edebilirim, ben işim olan gazeteciliği doğru ve düzgün bir şekilde yaptım. Hücre hapsinde olsam da, ben ve meslektaşlarım için bu kadar çaba sarf eden insan olduğu sürece yanlız olmadığımı biliyorum. Bunu bilmek bana güç veriyor.
Haziran ayında die WELT gazetesinde hapishanede “haftasonu gibi bir şey“ olduğunu yazmıştın. Hapishanede günlük hayat senin için nasıl? Her akşam aynı saatte mi yatıyorsun? Sabahları gardiyan sana nasıl olduğunu soruyor mu? En sevdiğin film olan Sıkı Dostlar’daki(Goodfellas) Pauli gibi sen de sarımsağı tıraş bıçağıyla mı kesiyorsun?
Silivri 9 nolu F Tipi Cezaevi yüksek güvenlikli bir cezaevidir. Burada “Esaretin Bedeli“ filminde veya “Orange is the New Black“ dizisinde izlediklerimiz gibi bir durum yok. Mahkumlar havalandırmaya birlikte çıkmıyorlar, ortak banyolar veya bir yemekhane bulunmuyor. Ve elbette tıraş bıçağı da yok. Akşam olduğunda da kimse ışıkları kapatmaya gelmiyor. Ben alışık olduğum gibi geç saate uyuyorum, genelde gece saat iki civarında. Kullandığım elektriğin faturasını da kendim ödüyorum.
Gazeteci. 2008 yılından beri taz.die tageszeituğ gezetesinin editörü. Daha önce „Jungle World“ ve „Sport-BZ“ gazeteleri için çalıştı.
„İnsan rehin alınınca, içindeki mafya filmi merakı yok oluyor“
Nasıl yani? Yoksa kirayı da mı kendin ödüyorsun?
Hayır, sadece elektriği. Ayda bir kez fatura geliyor. Gardiyanlar sabahları küçük avlumun kapısını açıyorlar, dilekçeleri ve alışveriş listelerini topluyorlar ve herkes yerli yerinde mi diye bakıyorlar. Bunun dışında da her zaman bir tür telaş içerisindeler. Akşamları avlu kapısını kapatmaya geldiklerinde de aynı şekilde. Arada sohbet ettiğimiz de oluyor, mesela beni avukatımla görüşmeye götürürlerken. Kodesin dükkanından yaptığım haftalık alışverişimle kendime sıcak bir yemek hazırlamak veya cezaevi yemeğini biraz daha iyileştirmek istediğimde, tek yardımcım su kaynatıcının buharı ve turşu kavanozu olur. Burada Paulie’nin aşcılık sanatı da bir işe yaramaz. Yeri gelmişken söyleyeyim; insan rehin alınınca, mafya filmlerine duyduğu merak yok oluyor.
1 Mart’ta Silivri Cezaevi'ne nakledildiğin zaman avukatın Veysel Ok, Silivri'de “o pis Metris cezaevine göre daha iyi koşullar altında olacağını“ söylemiş, orada arkadaş edinebileceğini belirtmişti. Peki arkadaş edinebildin mi?
Avukatlarım kendileri açılarından da çok zor olan koşullar altında harika bir iş çıkarıyorlar. Ama bu durumu Veysel bile öngöremedi; tecrit altına alınmamı o da beklemiyordu. Çünkü bunun başka bir örneği yok. İstanbul'da tecrit altında tutulan tek gazeteci benim. Aslında hücre cezası tamamıyla izolasyon altında olman gerektiği anlamına gelmiyor. Normalde kalabalık gruplar halinde ortak spor etkinliklerine katılabilmem ya da kendi seçtiğim bazı diğer tutuklularla haftada birkaç saatliğine de olsa bir araya gelebilmem gerekir. OHAL ile birlikte bu uygulamaların hepsi kaldırıldı. Ama en azından Mayıs ayından bu yana 9 nolu'nun mahkumların haftada bir kez küçük spor alanına çıkmasına izin veriliyor.
„Alanı her daim galip gelerek terk ediyorum“
Öyleyse artık tek başına top oynamıyorsun?
Hayır, çoğunlukla eski hakim ve polis amirlerinden oluşan komşularımdan farklı olarak, ben orada da yalnızım ve kendi kendime futbol oynuyorum. Ama bunun bir avantajı da var: Alanı her daim galip gelerek terk ediyorum. Bu modeli Hamburger SV veya Türkiye Milli Takımı'nın da örnek alması ilginç olabilir. Sanırım dışarıda bir sürü yeni arkadaşım oldu. Ama içeride sadece bir arkadaşım var. Kendisini tek bir kez dahi görmediğim, bağırarak bir uçtan diğer uca sohbet ettiğim komşu hücredeki hakim.
Hakim hala orada mı?
Evet, hala burada. 12 ay iddianamesinin hazırlanmasını, üzerine 4 ay da ilk duruşmasını bekledi. Burada bir şey belirtmem gerekiyor: Darbe girişiminden bu yana görevden alınan ve yaklaşık yarısı tutuklu bulunan 4 bin 500 hakim ve savcının hepsinin suçsuz olduğu kanaatinde değilim. Kimileri Gülen Hareketi'nin mensubu olarak görevini kötüye kullanmakla suçlanıyor ve olmaları gerektiği yer, bu sürecin koşullarını hazırlayan ve destekleyen hükümet mensuplarıyla birlikte sanık sandalyesi. Öte yandan bunlarla alakası olmayan tutklu hakimler de var. Benim komşum da bunlardan biri.
Sekiz aydan fazla bir süredir iddanamenin hazırlanmasını bekliyorsun. Savcılar fazla mı zorlanıyor yoksa bilerek mi ağır hareket ediyorlar?
Türkiye’deki savcılar, geçtiğimiz aylarda çıkardıkları işlerle hem ciddi iddianameler hazırlayabildiklerini, hem de fantastik edebiyat ürünleri sunabildiklerini gösterdiler. Medyadan takip edebildiğim kadarıyla savcılar, darbe girişimine doğrudan katılan askerler ve sivillere karşı yürütülen davalarda sadece bireysel suç oluşturabilecek inandırıcı deliller sunmakla kalmadılar, aynı zamanda Gülen Hareketi’nin bütün bunların başını çektiğine dair kanıtlar gösterdiler. Buna rağmen darbe girişimiyle ilgili hala birçok soru cevapsız. Kabaca şöyle denilebilir: İddianameler söz konusu gecede yaşananlardan ne kadar uzaklaşırsa o kadar zayıflıyor.
Gazeteciler, muhalif politikacılar, Kürt veya solcu aktivistlere karşı sunulan iddianamelerde hukuk devleti prensipleri veya salt bir mantık bulmak oldukça güç. Utanabilme eşiği ne kadar düşükse, hayal gücü de bir o kadar genişliyor. Yani aslında iddianameyi hazırlamakta çok fazla zorlanıyor olamazlar. Öte yandan bunlar savcıların yetkisinde de değil. Onlar sadece kendilerine söyleneni yapıyorlar. Davaların açılması, iddianamelerin hazırlanması ya da tahliye kararlarının çıkmasının, Şef'in bir kelimesiyle ne kadar çabuk gelebildiğini Peter Steudtner ve diğer hak savuncuları hakkındaki davada görmüş olduk.
Yani tahliyeler Şef'in kararıyla mı gerçekleşiyor?
Evet, çünkü Cumhurbaşkanı Erdoğan açık bir şekilde başsavcı rolünü üstlendi. Aynı şeyi benim haricimde Selahattin Demirtaş gibi muhalefet yapan siyasetçiler ya da iş insanı ve hak savunucusu Osman Kavala için de yaptı.
Avludaki serçeler hala duruyor mu?
Serçeler yuvalarını yüksek güvenlikli bir cezaevinin güvenli ortamına kurdular. Ama yavruları yeterince büyüdüğünde yuvadan uçup gittiler. Serçeler aptal değiller ya.
Gardiyanlar hala burada olmana şaşırıyorlar mı?
Silivri No. 9 bir nevi ünlülerin toplandığı bir hapishane. Kamuoyunun ilgisini çeken kişiler genelde burada tutuluyor. Birkaç yıl evvel Türk Silahlı Kuvvetleri eski Genel Kurmay Başkanı İlker Başbuğ ve bazı yüksek rütbeli subaylar da burada tutuluyordu. Örneğin şu sıralar Hüseyin Avni Mutlu da burada. Kendisi 2013 yılında Gezi Eylemleri sırasında İstanbul'un valisiydi. Ben Silivri No. 9’daki gardiyanların herhangi bir şeye şaşırabileceğini düşünmüyorum. Hatta bu ülkenin diğer bütün vatandaşlarından daha fazla içselleştirdikleri bir gerçeği kavradıklarını düşünüyorum: Burası Türkiye, burada her an her şey mümkün.
Gardiyanların bir hata yapma korkusuyla hareket ettiklerini tahmin ediyorum. Bir korku rejimi sadece o rejime karşı gelenlere değil, baskı araçlarını oluşturanlar üzerinde de baskı kurar. İnfaz ve koruma memurları, hakimler, üst düzey memurlar ve hatta hükümetteki siyasetçiler – her biri bu korkuyu yaşar. Bir kişi haricinde. Ya da daha doğrusu: Aslında o herkesten daha çok korkar çünkü gücünü yitirmesi halinde başına gelecekleri bilir. Zaten bu sebepten dolayı bütün bir toplumu korku rejimi altında sindirmeye çabalar.
Temmuz ayında muhabiri olduğun WELT gazetesine yazdığın bir yazıda “Şimdi Türkiye muhabiri olmak varmış“ ifadesini kullanmıştın. Alman medya mensuplarının Türkiye üzerine yazdıklarını takip ediyor musun?
Alman kamuoyunun Türkiye'de olup bitenleri büyük bir ilgiyle takip etmesi beni sevindiriyor. Beni unutmadıkları için gazetem Welt'e ve diğer alman meslektaşlarıma teşekkür etmek istiyorum. Ama Alman medyasını daha çok Türkiye medyası üzerinden takip ediyorum. Bunun dışında bazen avukatlarım bana Alman medyasında yayımlanan önemli yazıları getiriyorlar.
„Elime geçen tek Almanca gazete taz“
Abone olduğun gazetelerden hangisinin spor sayfalarını en çok beğeniyorsun?
Türkiye’deki gazetelerin hepsi, arkadaşım ve eski masa komşum Jan Feddersen’in de muhtemelen benzer şekilde yorumlayacağı gibi “futbol ağırlıklı.“ Bu, gazetelerin siyasi eğilimleriden ya da içerdikeri spor sayfası sayısından bağımsız bir konu. Okumayı çok sevdiğim spor kültür sayfaları neredeyse yok. Onun yerine arkadaşım İmran’ın bana düzenli olarak yolladığı “Elf Freunde“(On bir Arkadaş) dergisi var. Bu dergiyi bana gönderilen bütün metinleri denetleyen inceleme komisyonu dahi beğendi.
Düzenli olarak elime geçen tek Almanca gazete “taz.“ (Bir gün hapishaneden taz'ın abonesi olacağım hiç aklıma gelmezdi. Bunun için teşekkürler. Ve sevgili taz okurları doğum günü tebrikleriniz için çok teşekkürler.) Bir de Tim Wolf düzenli olarak bana Genel Yayın Yönetmeni olduğu Titanic Dergisi’ni gönderiyor. İlk başta gardiyanlar bu dergiye baya şüpheyle yaklaşmıştı. Sonra onlara “bunlar Frankfurt’lu birkaç çocuk, espriler falan yapıyorlar“ dedim ve bu onları ikna etti. O günden beri dergiyi sorunsuz bir şekilde teslim alıyorum.
Birkaç ay önce kız kardeşin İlkay’dan Lev Tolstoy’un “Savaş ve Barış“ kitabını istemiştin. “Hapse düşenin kaderi belli olmaz“ diye düşündüğünden dolayı mı bu kalın kitabı tercih ettin?
Onun gibi bir şey. Ama itiraf etmeliyim ki kitabı okumaya hala başlamadım. Belki de bu bir hata. Muhtemelen otobüs beklerken sigara yakmak gibi bir şey bu. Tam sigarayı yakarsın ve otobüs illaki o an gelir.
„Buraya keyfimizden gelmedik“
“Savaş ve Barış“’da en kudretli savaşçıların zaman ve sabır olduğu yazar. Senin de elinde cok zaman var ve çok sabırlı olman gerekiyor. Hücrede yanlız kalma durumu seni en çok hangi açıdan zorluyor?
Tecrit bir işkencedir. Hala iyi olduğum halde tecritin uzun vadede ne gibi sonuçları olacağını pek kestiremiyorum. Gerçi bir sonuçtan oldukça eminim, karşıma çıkan herkesin kafasını şişireceğim. Tabii buna da en çok Dilek maruz kalacak. Oysa şu durumda zaten benim için her şeyi yapıyor. Sanırım böylesi bir tutsaklık halinin, normalde pek konuşmayan bir insan üzerinde bile benzer bir etkisi olur.
Her şeye rağmen insanlar bana, senin gibi konuşmayı seven biri için, hücrede yanlız olmanın daha da zor olup olmadığını soruyorlar. Belki bu söyleyeceğime şimdi pek inanmayacaksın ama bir zamanlar şunu öğrendim: İnsanın her zaman konuşması gerekmez. Ayrıca uzun uzun yazıyorum. Önümüzdeki yılın başında Edition Nautilus yayınlarından yeni bir kitabım çıkacak. Kitabın başlığı “Wir sind nicht zum Spaß hier“ yani “Buraya keyfimizden gelmedik.“ Welt, taz ve Jungle World için yazdığım yazılardan bir derleme olacak. Bunlara yeni yazdığım bir yazı ve eşim Dilek’in de bir yazısı eklenecek.
Ve onun haricinde avukatlarınla da konuşuyorsun değil mi?
Tabii! Neyse ki avukatlarla görüşmelerimde herhangi bir kısıtlamaya maruz kalmadım. Yanıma sadece kendi avukatlarım gelmiyor. Burada başka müvekkilleri olanlar da beni ziyaret listelerine ekliyorlar. Kimi avukatlar davanın ayrıntılarına hâkim olmasalar da sırf dayanışmak adına İstanbul’dan Silivri’ye 80 kilometre yol geliyor. Avukatlar Türkiye tarihindeki bu dönemin sessiz kahramanları.
Bildiğim kadarıyla en zor tutukluluk koşullarına katlanmak zorunda kalan gazeteci Nedim Türfent. DIHA-Dicle Haber Ajansı çalışanı Türfenk 17 aydır tutuklu ve bunun 1 yılını tek kişilik hücrede geçirdi. Uzunca bir zaman gazete ya da kitap almasına izin verilmedi. Uluslararası kamuoyunun onun durumuna daha duyarlı olmasını diliyorum. Bir sonraki duruşması 17 Kasım'da, ülkenin en güneydoğusundaki Hakkari şehrinde görülecek. #FreeNedim
Avukatın senin adına Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nde tutukluluğa karşı itiraz davası açtı. Mahkeme bu davayı öncelikli olarak ele aldı ve Türkiye’ye görüş bildirmesi için tanıdığı süreyi 28 Kasım’a kadar uzattı. Bu mahkemeden beklentilerin nedir?
Türkiye’nin zaman kazanma taktiklerinin ardından, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin artık hızlı davranmasını arzu ediyorum. AİHM'in itirazlarını öncelikli olarak ele almayı kararlaştırdığı ve Türkiye’den bu davalardaki görüşünü sunmasını talep ettiği diğer birkaç gazeteci ve milletvekilinin davalarında da tutukluluk konularında birer karar çıkarmalarını diliyorum. Tabii sonrasında Türk hükümetinin Strazburg’dan gelecek tahliye kararına uyup uymayacağını merak ediyorum.
Türkiye'deki Anayasa Mahkemesi tamamen ortadan çekildi. Mevcut davalarda AİHM şu ana kadar Türk hükümetinin lehine kararlar verdi. Mesela işten çıkarılan on binlerce öğretmen ve memurun davasında olduğu gibi. Bu konu Türkiye’de bir komisyona sevk edildi. Bu Türkiye’deki muhalifleri hayal kırıklığına uğrattı. Ben bu hayal kırıklığını anlıyorum. Ancak şunu da biliyorum ki Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi bireysel insan hakları ihlallerini tespit etmek ve mağduriyetleri gidermek için kuruldu; bir ülkenin faşizme sürüklenişini durdurmak için değil.
Cumhuriyet Gazetesi sanıklarından karikatürist Musa Kart, savunmasında hakimler karşısında „Ben bir mizahçıyım ve bu komedinin burada bitmesini istiyorum“ dedi. Sence şu an Türkiye’de gazetecilere karşı yürütülen davalar tarihe nasıl geçecek?
Bir utanç olarak. Tıpkı 2007’den 2011’e kadar Gülenci yargı tarafından sahte delillerle yürütülen davalarda olduğu gibi. Ya da 1980 darbesi sonrasında, askeri cuntanın yürüttüğü, sanıklardan sistematik fiziksel işkence altında zorla itiraflar alındığı davalar gibi. Önemli olan soru otoriter bir rejiminin yıkılıp yıkılmayacağı değildir; rejimin yıkılana kadar bireylerin yazgısında, toplumda, doğada ve kültür mirasında hangi geri çevrilemez tahribatlara yol açtığı sorusudur.
„Kamuoyunun beni unutmasını istemem“
Türkiye Cumhurbaşkanı, ZEIT’tan Giovanni di Lorenzo’ya verdiği bir röportajda Almanlar için şu yorumu yaptı: „Yatıyorlar, kalkıyorlar, tek söyledikleri Deniz.“ Haklı. Seninle artık ilgilenmemesi ve seni rahat bırakması için en iyisi çenemizi kapalı mı tutmalıyız?
Haklı bir soru. Ama sanırım cevabım hayır. Kendisi son aylarda benimle ilgili doğrudan fikir beyan etmedi. Yine de bu benim durumumu değiştirmedi. Bunun da ötesinde, insanların kafalarından ne geçtiği konusunda sadece spekülasyon yapabiliriz. Ama ben kamuoyunun beni unutması durumunda nasıl hissedeceğimi söyleyebilirim: hiç de iyi değil.
15 Temmuz darbe girişiminden sonra WELT gazetesine yazdığın bir yorumuna “Erdoğan'ın diktatörlüğü belki de gerçekleşmez“başlığını vermişsin. Bu konuda yanıldın mı?
O zamanlar Dilek kendisine aşık olduğum için her şeyi çok pembe gördüğümü öne sürmüştü. Bunu tabii ki kabul etmedim. Yani aşık olduğum gerçeğini değil, fakat siyasi analizlerimde kişisel duygularımın beni bu kadar yönlendirdiği fikrini. Ağustos ayı başında yazdığım bu yorumda çok titiz bir şekilde değişik bulguları bir araya getirmiştim. Ve başlıkta ‚belki‘ kelimesinin de yer alması bir tesadüf değil.
Ekim başında Leipzig Basın Özgürlüğü ve Medyanın Geleceği Ödülü’nü aldığında cezaevinden yazdığın teşekkür konuşmasında Türkiye'de „yarı zamanlı faşist bir rejim“ olduğundan bahsettin. Durumun tekrar yarı zamanlı bir demokrasi yönünde gelişmesine yardımcı olacak güç hangisidir?
En en önemli soru, sosyal demokratlar, laik ulusalcılar, Kürtler, liberaller, sosyalistler, Kemalistler, AKP dışındaki islamcılar gibi birbirinden çok farklı hatta kısmen birbirine zıt olan politik güçlerin – benim kanımca referandumu feshedicek ve 1980 darbesinin mirası olan anayasanın yerini alıcak yeni bir anayasa gibi- ortak minimum bir paydada birleşip birleşemeyekleri sorusudur. Tabii ki bu her bir kişinin kendi adına referandumda „Hayır“ oyu kullanmasından daha da zor bir görevdir. Bundan daha önemsiz olmayan bir diğer soru ise ülkede bu koşullar altında en azından kısmen özgür, adil seçimlerin ve şüphe duyulmayacak bir oy sayımının mümkün olup olmayacağıdır.
Gelecek seçimlerde Erdoğan büyük bir farkla kaybederse, iktidarı elinden bırakır mı?
Muhalefetin buna yanıt bulması gerekiyor. Eğer muhalif güçler bir araya gelip, ortak bir dinamik ortaya çıkarmazsa bu bir soru olmaktan çıkacak. Muhalefet, bugüne kadar AKP seçmeni olan bir kesimi ve özelikle işsiz ve yoksullar ordusunu da içine alan bir söylem oluşturamayı başaramazsa Erdoğan, Türkiye tarihindeki en önemli seçimleri kirli bir seçim kampanyasıyla ve hileye ihtiyaç duymadan kazanmış olacak.
Hücrenin duvarları hangi renk peki?
Bej. Koridora, bahçeye ve banyoya açılan 3 çelik kapı, pencere çereçeveleri, demir parmaklıklar ve demir yatak ise koyu kahverengi.
Siyah -Sarı-Yeşil1 yeni Alman hükümetinin renkleri olabilir gibi görünüyor. Bu Almanya – Türkiye ilişkileri açısından iyi mi kötü mü olur?
Joschka Fischer 1998 genel seçimlerinden hemen sonra şunu söylemişti: „Yeşiller dış politikası diye bir şey yoktur, sadece Alman dış politikası vardır.“ Böyle bir açıklama, Türkiyede muhalif politikacıların ve hatta belki de kimi AKP'li politikacıların kulağına fevkalade güzel gelebilir. Çünkü Erdoğan’ın bir zamanlarki Türkiye’si Avrupa’yı istiyordu. Sonra yeni bir Osmanlı İmparatorluğu hayalperestlikleri başladı. Son zamanlarda da Avrasya sularında kulaç atmakta.
Aslında bir Türk dış politikasının varlığından söz edilemez. O gün kiminle takışılacağı ya da barışılacağı tamamen kısa vadeli iç politik hesaplara bağlı. Tabii Fischer’in bu cümlesinde tartışmaya açık bir çok nokta var. Her şeyden önce eğer dış politikayı belirleyen, demokratik seçimlerle başa gelmiş partiler değilse kim? Ancak şu anki durumu tanımlamak açısından bu cümleyi çok isabetli buluyorum. Bir diğer eski Alman Dışişleri Bakanı Frank Walter Steinmeier ise görevinin başındaki son günlerinde çok doğru bir cümle sarfetti: „Türkiye’nin bir diktatörlük yönüne sapmasına engel olamayız. Ancak bu gidişe de hiç bir şey yapmaksızın seyirci kalamayız.“ Burada belirleyici soru, Almanya ve Avrupa ne yapabilir?
Senin bu soruya cevabın nedir?
Sivil toplumu güçlendirmek çok büyük önem taşımakta. Ve tabii ki baskı kurmak. Avrupa Birliği üyelik sürecinin tamamen sona ermemesi önemli bir karardı. Bunun aksine Avrupa Birliği fonlarının dondurulması tamamen sembolik bir politikadır. Türk hükümetiyle laf dalaşı yapmak ise çok kötü bir fikir. Bu Türklerle biatlon yerine araba konvoyu konusunda yarışmaya benzer. Ayrıca ABD’nin vize yasağı kararı gibi sadece halkı etkileyecek yaptırımlar da iyi fikir değil. Bundan önce sorulması gereken soru, bir ülkenin kendi siyasi ve ekonomik çıkarlarından vazgeçmeye hazır olup olmadığı.
Almanya Dışişleri Bakanı Gabriel, eski Başbakan Gerhard Schröder’in Türk Cumhurbaşkanı'yla Peter Steudtner’nın serbest bırakılması konusunda müzakere ettiğini iddia ediyor. Eğer birinin senin serbest bırakılman için pazarlık yapmasını seçme şansın olsaydı, kimi seçerdin?
Ben adil bir yargılama istiyorum. Hem de en iyisi, bunun hemen yarın olması olur. Ne daha fazlası, ne daha azı.
Aslında masallardaki gibi tutukluların dileklerini gerçekleştirecek periler yok ama olsaydı, dileyeceğin üç şey ne olurdu?
Sadece bir dilek hakkımı kullanıyorum: Adalet. Ondan sonrası kendiliğinden gelir. Ama geri kalan iki dilek hakkımı da sonraya saklıyorum, anlaştık mı?
1*Bu renklerle sırasıyla Hıristıyan Demokrat Birliği’i (CDU) -Hür Demokrat Parti (FDP) – Yeşiller (Die Grünen) kastedilmektedir.
taz lesen kann jede:r
Als Genossenschaft gehören wir unseren Leser:innen. Und unser Journalismus ist nicht nur 100 % konzernfrei, sondern auch kostenfrei zugänglich. Texte, die es nicht allen recht machen und Stimmen, die man woanders nicht hört – immer aus Überzeugung und hier auf taz.de ohne Paywall. Unsere Leser:innen müssen nichts bezahlen, wissen aber, dass guter, kritischer Journalismus nicht aus dem Nichts entsteht. Dafür sind wir sehr dankbar. Damit wir auch morgen noch unseren Journalismus machen können, brauchen wir mehr Unterstützung. Unser nächstes Ziel: 40.000 – und mit Ihrer Beteiligung können wir es schaffen. Setzen Sie ein Zeichen für die taz und für die Zukunft unseres Journalismus. Mit nur 5,- Euro sind Sie dabei! Jetzt unterstützen
Starten Sie jetzt eine spannende Diskussion!