Sadece sanatçı: „Biat kültürünün olduğu yerde sanat yeşermez“
Oyuncu Barış Atay, muhalif duruşu ve toplumsal olaylar karşısındaki duyarlılığıyla tanınan bir sanatçı. Kendisiyle yasaklanan oyunu, iktidarın sanata bakışı ve cesaretin yayılma hızı üzerine konuştuk.
Sanatın muhalif doğası, Barış Atay’ın isyankar haliyle birleşince ortaya sadece politik bir oyun değil aynı zamanda politik bir duruş çıkıyor. Atay'ın oynadığı “Sadece Diktatör“ oyunu, Türkiye'nin pek çok ilinde valilik kararıyla yasaklandı. Barış Atay'ın, Ankara ve İzmir'de herhangi bir etkinliğe katılması da „kamu güvenliği“ gerekçesiyle mümkün değil. 1981 Almanya doğumlu Atay, milliyetçiliği körükleyen televizyon dizilerinde oynamak yerine halkın yanında durmayı tercih ediyor.
3 yıldır sahnelenen „Sadece Diktatör“ oyunu Türkiye'nin pek çok ilinde valilik tarafından yasaklanmaya başladı. Oyunu bu kadar tehlikeli yapan nedir?
Aynı soruyu kendime sordum. Bunun farklı nedenleri var. Birincisi; politik bir oyuncu olmam ve bunu sanatsal tercihlerimde saklamadan gösteriyor olmam. İkincisi, OHAL koşullarının iktidarın kendi geleceği ve çıkarları açısından manipüle ediliyor olması. Ülke, kendini muhalif olarak tanımlayan herkes için açık bir cezaevine dönüştü. 3. sezonda oyunu İstanbul dışındaki şehirlerde daha sık sahnelemimizin ardından iktidar tabanı oyunu fark edip, ciddi bir reaksiyon göstermeye başladı. Bu da iktidarı rahatsız etmiş olabilir. Yaşananlar, iktidarın özellikle 2019'da başkanlık seçimine doğru giderken sanat ve kültür ortamına çok daha ceberut saldırılar yapacağının bir göstergesi.
Yasaklama kararı, oyuna daha fazla ilgi duyulmasına sebep oldu mu?
Elbette. Normal şartlarda işiniz vardır, oyunun tarzını sevmiyorsunuzdur, „bu bana uygun değil“ dersiniz ve gitmezsiniz. Ama iktidarın tüm aygıtlarının ısrarlı bir şekilde yasaklamaya çalıştığı, salonların önüne barikatlar, polisler yığdığı bir tiyatro oyunu duyarsanız, „Yahu bu oyunda ne var bu kadar ortalık ayağa kalktı?“ diye sorarsınız. Merak duygusu insanı harekete geçirir.
Tamam „Diktatör“ü yasakladınız ama bu oyun zaten sonsuza dek sürecek değildi ki? Bizler şimdi yeni oyun koymaktan geri mi duracağız? Adı başka bir şey olacak ve ben yine orada dertlerimi anlatacağım. Önünüze gelen bütün tiyatro oyunlarını yasaklamaya başlayınca hiç konuşmayacağını düşündüğünüz insanlar da konuşmaya başlar. O yüzden bir yasağın bir çözüm olma ihtimali milyonda sıfır. „Yasakladık“ demek, bunun artık kimseye ulaşmayacağı anlamına gelmiyor.
Periscope yayını, oyunun metninin internette ücretsiz yayınlanması gibi sansürü delme girişimlerinde bulundunuz… İnternet için getirtilecek yeni bir yasa tasarısından bahsediliyor…
İktidarın televizyon dizilerinden belgesellere, müzik kliplerinden haber bültenlerine kadar her şeye nasıl hükmettiği malum. Bütün kanalların sesi birbirine benziyor. „İnternet nispeten özgür bir ortam sağlıyor“ diye düşünüyorduk. Tabii biz bunu düşünüyorsak iktidar da düşünüyordur. „İnternete nasıl müdahale ederiz“ diye bir uygulamaya geçecekler. Ama sonsuza kadar bu uygulamalardan etkileneceğimize inanmıyorum.
Mesele eğer tiyatro oyununu birilerine ulaştırmaksa, biz bunu yasaklara rağmen yapabileceğimizi göstedik. Yasaklar geldikçe, insanlar da buna karşı bir çıkış yolu bulmaya çalır. Bir kere yasaklanır, bir daha denenir. Olmazsa başka platformlar üzerinden yayılır. Korkan bir iktidar var. Kişisel olarak benden değil, öngöremediği ve insanları harekete geçireceğini düşündüğü her şeyden korkuyor. Bu eylem kendilerini rahatsız etmemiş olsa neden oyunumu yayınlarken twitter hesabım aniden askıya alınsın ki? Bu bir engel değil. Benim dışımda yüzbinlerce insan paylaştı bunu.
Korku ile birlikte cesaret de yayılıyor mu? Sahip olduğunuz ve insanlarla paylaşmak istediğin cesareti toplumda ne ölçüde görebiliyorsunuz?
Cesaret, korku kadar hızlı yayılabilse eşiği aşarız. Yine de bu yavaş ilerleyiş umutsuz bir şeye işaret etmiyor. İnsanları kendi hayatlarını yaşayışlarına göre değerlendirdiğimizde bazı eşik noktaları vardır. Ben bu eşiği 10 yıl önce aşmışımdır, belki bu eşik sizin için farklıdır. Ama insanlar birbirlerinden feyiz alarak hayatlarında değişimler yaratabilirler. Bundan 5 sene öncesinde belki de böyle bir sosyal medya eylemine kimse katılmayabilirdi. Ama “Sadece Diktatör“ metnini Beşiktaş meydanında bağıra çağıra okuyan insanlar vardı. Ya da bir köyde, hayatı boyunca tiyatro izlememiş insanların eline metni alıp okuduğunu gördüm. Sosyal medya paylaşımlarından dolayı tutuklamaların geldiği dönemde sadece bu bile, bir korku eşiğinin aşıldığını gösteriyor. Biraz sabır lazım.
Oyundaki diktatörün gücüne ulaşmasının sorumlusu olarak ona tüm yolları açan, önünde durmayan insanlar gösteriliyor. Diktatörü bizler mi yarattık?
Oyunu yazan Onur Orhan'a göre oyunun doğal seyircisi kendini muhalif hissedenler olacaktı. İzleyicilerin oyunun sonunda Erdoğan'ın yıkılışını görmek isteyeceğini ve tiyatrodan yalancı bir haz ile ayrılmak isteyeceğini düşündü. Onur bu beklentiden sıyrılarak, „Hayır, dünyada hiçbir diktatör sadece kendi tabanının gücüyle oluşmaz, aslında tam da karşısındakilerin politik eylemlerinin yetersizliğinden beslenir“ dedi.
Bu, seyircide yumruk yemiş hissi yaratan bir bakış açısı. Geçmişle hesaplaşmak için, farklı kesimlerin kendi çıkarları için Erdoğan'a ses çıkarmadıklarını hatırlamalıyız. Bu Avrupa Birliği üyesi ülkeler için de geçerli. Bu ülkeler, Erdoğan'ın garabetlerine ses çıkarmamayı tercih ettiler. Bunun sadece AKP'nin tabanıyla ilgili olduğunu söylemek, aslında yaptığımız bütün yanlışları görmezden gelip özeleştiri yapmamızı engeller- ki Türkiye'deki düzenin en büyük sorunu özeleştiri yapmamak.
Oyunda diktatörün derdinin para değil, tarih yazmak olduğu ifade ediliyor. Şu anda sanatla ilgili nasıl bir tarih yazılıyor? İktidar, yıktığının yerine bir şey koyabiliyor mu? AKP kendi sermayesini, kendi sistemini inşa ederken toplumda kültürel anlamda bir dönüşüm yaşandı mı?
AKP iktidarının 16 yılda beceremediği ender şeylerden biri sanat ortamına hükmedememesi olabilir. En büyük dertlerinden birinin bu olduğunu da defaatle söyleyen bir Cumhurbaşkanı var. Sanatçıların büyük bir bölümünün sola yakın olması elbette sürpriz değil. Sağ cenahta buna aynı önem verilmiyor. İktidarın kendisine ait, değerli üretimlerde bulunmuş sanatçıları var diyemeyiz. Erdoğan ve destekçilerinin belediye konserlerini düzenleyen, sinema filmlerini ve dizileri çeken kişilerin „eski solculardan“ devşirilmiş olması tesadüf değil.
Yıllarca farklı bir ideolojide olup iyi üretimler ortaya koyan birinin biat etmeye başladıktan sonra ne kadar kısır kalmaya başladığının ve üretkenliğinin ne kadar düştüğünü görüyoruz. Sanatın bizim açımızdan önemli kısımlarını birine biat ederek ortaya çıkaramazsınız. Biat kültürünün olduğu yerde sanat yeşermez. Erdoğan'ın yaşamını konu alan iki sinema filmi yapıldı, AKP tabanı bilet alıp bu filmleri izlemedi. Sonrasında sıra, toplumun en çok izlediği televizyon dizilerini propoganda aracı olarak kullanmaya geldi…
Televizyonlar, Türk ordusunu ya da Osmanlı tarihini anlatan, ölümü fetişize eden dizilerle dolu. Kendini muhalif gören birinin bu dizilerde oynayarak iktidarın kurmak istediği hegemonyaya katkı sunmasını nasıl değerlendirebiliriz?
Televizyon dizileri oyuncular için bir çalışma alanı; herkesin iktidarın ekmeğine yağ sürmek için bu işe girdiğini düşünmüyorum. Ama kendini muhalif olarak tanımlayan biri, iktidarı güçlendirecek, insanları savaşa özendiren, insanların yalanlarla kandırıldığı bir dizide oynuyorsa sadece para kazanma refleksiyle hareket ettiğini düşünemem. Neye mal olduğunuzu, neye destek verdiğinizi biliyorsanız o zaman burada bir kötü niyet vardır. Dizide oynayıp muhalif tavrını devam ettirenler de var, ona göre dizi seçiyorlar. Ama orada oynayabilmek için geçmişte söylediğin her şeyi yuttuğun an işin rengi değişir.
Türkiye'de ölümü arzulamayanların, vatan için ölmek ve öldürmek isteyenlerin sayısı giderek artıyor, oyunda buna da değiniliyor. Ölümü göze alanlar karşısında barış bile diyemeyen muhalefetin kazanma şansı var mı?
Tabii orada ölümü göze almak bir metafor. Ben AKP'nin sahip olduğu tüm tabanının da ölümü göze aldığını düşünmüyorum. Ölümü göze alan bir grup yok mudur, elbette fanatikleri vardır, gittikçe de artmaktadır. Bizim „ölümü göze almak“ kertesinde yapmamız gereken cezaevine girmeyi göze almak, işsiz kalmayı göze almak; bunlar ölümü göze almakla eşdeğer. Türkiye'de 2010'dan beri rahatsızlıklarını açıkça dile getiren, toplu halde mücadeleye açık bir kitle olduğunu söyleyebiliriz.
Savaş meselesi toplumsal kutuplaşmanın geldiği noktayı anlatmak açısından önemli. Türkiye'de bazı insanlar eğitim hayatları boyunca çok basit politik olaylar ve argümanlar öğrenir ve hayatının bütün politik bakışını bunun üzerinden kurar. Osmanlı'nın yükseliş dönemlerindeki zaferleri, Cumhuriyet'in kuruluşunda kurucu iradenin kazandığı savaşlar…Yakın döneme dair hiçbir şey anlatılmaz. Şimdi AKP'nin yaptığı farklı bir şey değil. Kendine ait yarattığı kuşak, politik cehalet açısından farklı değil. Bir sorgulamaya girişmiyorlar. İşte o zaman, sadece „savaşa hayır“ dediğiniz için- sadece Afrin'den bahsetmiyorum- eğer orada bir tane Türk askeri varsa, karşı argümanlar çöpe gidiyor. İktidarların en büyük başarısı bu, insanları derin düşünceden yoksun bırakmaları.
İktidar, muhalifleri özellikle darbe girişimin ardından „açlıkla terbiye etmeye“ alıştı. Bir oyunu yasaklayarak hem toplumun önünü, hem de sizin gelir kaynağınızı kesiyor…
Aç olan zaten aç kalmaktan korkmuyor. Parayı bir araç olarak kullanan, böyle bir ilişki kuran hiç kimse „Ya ben aç kaldım“ diyip hayata bakışını ya da ideolojisini değiştirmez. Ama hayatını kazandığı paranın üzerinden kuranlar, aç kalmaktan değil, biraz daha az kazanmaktan korkuyor. Örneğin bir oyuncu, şu ana kadar oynadığı dizilerden 10 daire ve 10 araba aldıysa, 9'a düşmesin diye endişe duyuyor. Ben kiracısı olduğum 2+1'den, 1+1'e geçerim, mücadeleye devam ederim. Sonuçta aynada hala yüzüme bakabilirim. Öte yandan Türkiye'de pek çok sanatçının baskılara karşı koyduğu tepki ortada. Ama sadece popüler olanların tepkisi duyuluyor. Kayyım atandıktan sonra Diyarbakır Belediye Tiyatrosunun kapatılması ve o insanların ısrarla Diyarbakır'da tiyatroyu yaşatmaya çalıştığını biliyoruz ama bu mücadeleler yeterince duyulmuyor.
Biraz gazetecilikte Ahmet Şık ve Can Dündar ile Nedim Türfent arasındaki fark gibi…
Evet, aslında pek çok kişi mücadele ediyor. İsmini daha sık duyduğumuz insanlar daha çok savunuluyor, daha çok görünür hale geliyor.
Toplumun size yüklediği misyondan dolayı yorgun hissettiğiniz oluyor mu?
Türkiye yorucu bir ülke. Sadece kendinizle ilgili değil, birinin başına gelen bir olayı gün içinde içselleştiriyorsunuz ve onunla ilgili bir yük hissetmeye başlıyorsunuz. İnsanlar da mücadele etme gücünü hissettikleri insanları örnek alıyorlar. Ama „birileri zaten mücadele ediyor, benim mücadele etmeme gerek yok“ düşüncesi tehlikeli. Ben ise bu gücü benim gibi düşünen ama sesi benim kadar duyulmayan insanlardan alıyorum. Kendim gibi insanlar olduğunu bilmesem, kendimde nasıl böyle bir güç hissedebilirim ki? Bunu artırmak, yaymak gerekiyor…
taz lesen kann jede:r
Als Genossenschaft gehören wir unseren Leser:innen. Und unser Journalismus ist nicht nur 100 % konzernfrei, sondern auch kostenfrei zugänglich. Texte, die es nicht allen recht machen und Stimmen, die man woanders nicht hört – immer aus Überzeugung und hier auf taz.de ohne Paywall. Unsere Leser:innen müssen nichts bezahlen, wissen aber, dass guter, kritischer Journalismus nicht aus dem Nichts entsteht. Dafür sind wir sehr dankbar. Damit wir auch morgen noch unseren Journalismus machen können, brauchen wir mehr Unterstützung. Unser nächstes Ziel: 40.000 – und mit Ihrer Beteiligung können wir es schaffen. Setzen Sie ein Zeichen für die taz und für die Zukunft unseres Journalismus. Mit nur 5,- Euro sind Sie dabei! Jetzt unterstützen
Starten Sie jetzt eine spannende Diskussion!