Diaspora: Kaçış noktası Berlin
Emekçi, devrimci, yönetmen, ressam. Farklı zamanlarda, farklı sebeplerden Türkiye'yi terk edip Almanya'ya yerleşen 4 kadının hikayesi.
Kışın yağan kar misali dışarıda polenler uçuşuyor. Aylardan Mayıs, avluda çocuklar bağrışıyor. Pencereye sırtı dönük olan Ayşe Aniş*, dalgın bir biçimde cep telefonunun ekranından Türkiye’den haberleri takip ediyor.
Ankara’da 76 gündür açlık grevinde olan bir akademisyen ve bir öğretmen, aynı gün tutuklanmışlar. Ayşe Aniş, Sonnenallee’nin ucundaki evinde, her birinin farklı bir zamanı gösterdiği altı saatin bulunduğu mutfağında oturuyor. Ama kafası 2.000 kilometre uzakta.
İstanbullu bir belgesel yapımcısı olan 34 yaşındaki Ayşe Aniş altı aydır Berlin’de yaşıyor. Türkiye’den ayrılma fikri, 2013 yılında Gezi olaylarının bastırılmasını takip eden aylarda arkadaşlarıyla konuştuklarında ortaya çıkmış. Arkadaşları arasında ilk gidenler 2015 yılında Türkiye’nin farklı şehirlerinde bombalar patladığında olmuş. İstanbul’da kalanlar, olaylar karşısındaki öfkelerini yutmaya başlamış. Aniş eylemlerde gittikçe daha az arkadaşına rastlamış.
Gezi’nin hayatında büyük bir dönüm noktası olduğunu, eğer istiyorlarsa ne kadar güçlü olabileceklerini anladığını söyleyen Aniş, “Gezi enerjisinin yavaşça uçup gittiğine seyirci kalmayı kaldıramadım.“ diyor ve sigarasından bir nefes alıyor. Yaşananların kendisi için büyük bir hayal kırıklığı olduğunu anlatıyor. “Her gün bir öncekinden daha kötü bir olay olduğundan, insanlar direnme ruhunu unuttular.“
Ülkenin olağanüstü bir hâle yol aldığı 2016 baharında, Berlin’de yaşayan bir arkadaşı gelmesi için ısrar edince, şehri görmek için Berlin’e uçmaya karar vermiş. Uçağa binmeden bir gün önce, İstanbul Atatürk Havalimanı’nda üç canlı bomba kendini havaya uçurduğunda ise temelli gitme fikri kök salmaya başlamış.
Freiburg, Leipzig ve İstanbul Üniversitelerinde Felsefe, Alman Dili ve Edebiyatı ve Gazetecilik okudu. Türkiye’yle ilgili konuların haricinde Postkolonileşme Teorisi ve Feminizm üzerine çalışmalar yapıyor.
Berlin’de 10 gün geçirdikten sonra burada yaşayabilirim diye düşünen Aniş, içinde iyi bir hisle İstanbul’a geri dönerek kararını vermek için kendine Temmuz sonuna kadar vakit tanımış.
Berlin’den döndükten iki gün sonra tanklar Boğaz Köprüsü’nü trafiğe kapatmış. Darbe girişiminden sonraki sabah Aniş, metrobüsle köprüden geçerken hiçbir şey olmamış gibi bir görüntüyle karşılaşmış; sanki bir gece önce öfkeli bir güruh burada askerleri linç etmemiş. O an artık Türkiye’de yaşamak istemediğini anlamış. Alelacele dil vizesine başvurmuş ve 3 Kasım 2016’da İstanbul’u terk etmiş. Berlin’e geldiğinde yolda kaybolmuş gibiymiş.
Ayşe Aniş, Türkiye’ye artık katlanamayan birçok kişiden biri. Geçen yılki darbe girişiminden sonra muhaliflerin yaşam alanları daha çok daraltıldı. Her kim, devletin baskısına karşı geliyorsa, kendini hapishanede buluyor. Berlin’de, Türkiye’de artık nefes alamayan genç insanlardan oluşan yeni bir diaspora gelişiyor. Ülkenin darbelerle dolu tarihinde her on yıl kendine özgü bir göç dalgası ortaya çıkardı. Aynı deneyimleri yaşayan Türkiye kökenli göçmenlerle Berlin’de karşılaşıyorlar.
İlk göç dalgası
Almanya ve Türkiye arasında İşgücü Anlaşması’nın imzalanması üzerine, 1961’den beri milyonlarca insan Almanya’ya geldi. Hedefleri, iki yıl Almanya’da çalışmak ve kazandıkları parayla Türkiye’de yeni bir hayat kurmaktı. 1980 darbesinden sonra muhalifler Avrupa’ya sığındı.
Doksanlı yılların başında Kürt bölgelerinde savaş çıkınca buradan göç etmek zorunda bırakılan Kürtler Almanya'ya geldi. Farklı zamanlarda ve farklı nedenlerle memleketini terk eden bu insanların hepsi birbirine görünmez bir bağ ile bağlılar: İki hayat arasında kalmak ve diğerlerini arkada bırakmış olmanın yarattığı suçluluk duygusu gibi ortak tecrübeler.
Bir Mayıs akşamı, sokaklarda kiraz çiçeği kokusu var. Berlin–Kreuzberg’teki Movemiento sinemasında 1981’de hapishaneden Paris’e kaçan Yılmaz Güney hakkında “Halkın sanatçısı halkın savaşçısıdır“ belgeseli gösteriliyor. Küçücük sinema salonunda hafif bir devrim rüzgarı esiyor. Siyah-beyaz bir arşiv kaydı perdeye yansıyor: Yılmaz Güney’in, Cannes’da Altın Palmiye’yi kazanan ilk Türk olarak 1982’deki görüntüleri.
Konuşmasının sonunda sağ yumruğunu havaya kaldırıyor ve haykırıyor: Kazanacağız, mutlaka kazanacağız! Seyirciler arasında 70 yaşındaki Atiye Altül oturuyor ve gözleri doluyor. Film sonrasında, Türkçe tabelası olan bir yığın dükkanın bulunduğu Kottbusser Damm caddesinin üzerinde yürüken “Yılmaz Güney’i Cannes’da görebilmek için 12 arkadaş Berlin’den arabaya bindik ve üç gün yol gittik.“ diye anlatıyor. Bugün Türkçe tabelalar şehrin olağan dokusunu oluştursa da Altül Almanya’ya geldiğinde durum böyle değildi.
Batı Berlin, 1970. Atiye Altül içi kitap dolu bir bavulla Tempelhof havalimanının uçuş pistinin üzerinden yürüdüğünde, yağmur yağıyordu. 23 yaşındaydı, saçları yandan ayrılmıştı ve cebinde Siemens ile imzaladığı bir misafir işçi sözleşmesi vardı. Ama Almanya fabrika işçiliği dışında bir şey daha vadediyordu. Türkiye’de fakir bir ailenin kızı için o dönemde pek mümkün olmayan bir şey istiyordu. Altül üniversiteye gitmeye kararlıydı.
Kocasını ve beş aylık oğlunu Ankara’da bırakmıştı. İlk maaşını aldıktan sonra kocasını getirdi ama oğlu babaannesinin yanında kaldı. İşçi yurdunda küçük bir çocuğa yer yoktu. Atiye her gün Siemensstadt'ta on saat boyunca çamaşır makinelerinin kablolarını bağlarken, çocuğu ne yapacaktı?
Birkaç yıl sonra, biraz düzlüğe çıkıp oğlunu yanına aldığında, oğlu için bir yabancı olmuştu. Tek gerçek bağı olan kişi babaannesi olduğundan, Altül oğlunu yine Ankara’ya, babaannesinin yanına gönderdi. Bugün, 47 yıl sonra Tempelhof’taki oturma odasında Altül, “Bavul çocukları nesli, hep başkalarının çocukları oldular. Bu benim için çok zordu. Hâlâ bunun suçluluk hissini taşıyorum.“ diyor.
Maoistlere katılıyor
Altül için Batı Berlin bir hayal kırıklığıydı. İki kat arasındaki ortak tuvaletler. Arkadaşıyla sokakta Türkçe konuştuğunda kendisini “Burası Almanya, burada Almanca konuşulur.“ diye azarlayan Almanlar ve onlara sürekli “faşistler“ diye cevap veren Altül. Güneş daha doğmadan yataktan kalkmak, çalışmak, akşam yorgun bir şekilde yatağa düşmek. Peki Altül başından beri Almanya’da kalmayı mı planlıyordu? Hayır, diyor kesin bir şekilde.
Üniversiteyi bitirdikten sonra Türkiye’ye dönmek istiyordu, tıpkı diğer herkes gibi. Ama bunun yerine Güzel Sanatlar Yüksekokulu’nda tekstil tasarımı okumaya başlıyor, sosyal hizmetler görevlisi olarak bir gençlik merkezinde Türk misafir işçilerinin çocukları olan ikinci nesil çocuklarla çalışıyor, Grips tiyatrosunda oyuncu oluyor, tekrar evlenip ikinci bir çocuk yapıyor, Türkiye’li Maoist bir gruba katılıyor.
Geceleri Berlin sokaklarında yürüyor ve bina duvarlarına “ne Amerika ne de Rusya“ yazıyor. Gündüzleri 80 darbesi ile iktidarı gelen askerî cuntaya karşı eylemler yapıyorlar. Altül farkına varmadan yıllar geçiyor. Berlin’de kendisine bir hayat kuruyor.
Çocukluğunun Ankara’sı gittikçe silikleşiyor ve sadece hatıralarda kalan bir yere dönüşüyor. Bugün 70 yaşında olan Altül, “15 yıl boyunca kendimi bir otel odasında yaşıyor gibi hissettim, toplanmış bavullar üzerinde oturuyordum.“ diye anlatıyor. Derken bir gün durup, ne yaptığını sormuş kendisine. Kendisine Berlinli demeye o zaman başlamış.
Kadriye Karcı’nın hikayesi
Atiye Altül’ün Berlin’de kalmaya karar verdiği döneme denk gelen 12 Eylül 1985 tarihinde, Kadriye Karcı sahte bir kimlikle Doğu Berlin’e, Schönefeld havalimanına iniyor. Aslında Doğu Almanya 3 günlük maceralı bir yolculuğun son durağıydı.
24 yaşındaki bu genç kadın, ilk olarak İstanbul Sirkeci garından kalkan işçi treniyle Sofya’ya vardı. Gizli bir buluşma için gittiği yerde yoldaşından, sonraki yıllarda Doğu Almanya’da saklanması gerektiğini öğrenecekti. Bu duruma nasıl gelmişti? Bu sorunun cevabı bizi, 1980 darbesi sonrasında Türkiye’deki karışık dönemlere geri götürüyor.
12 Eylül 1980 sabahının ilk saatlerinde İzmir. Darbe generalleri televizyonda iktidara geçtiklerini beyan ederken, Kadriye Karcı banyoya giriyor ve kazanda saatlerce kitap yakıyor. Okumuş bir tır şoförüyle, bir ev hanımının kızı olan Karcı bir yıl önce, yasaklı Türkiye Komünist Partisi TKP’nin gençlik örgütü olan İlerici Gençler Derneği’ne katılmış.
Karcı’nın, katı Leninist olarak yapılandırılmış gençlik örgütünün iki diğer üyesiyle paylaştığı ev siyasi bir hücreydi. Evi temizledikten sonra Karcı bir müddet siyasi olarak faal olmamaya karar veriyor. Askerî cunta olağanüstü hâl ilan ediyor. Binlerce muhalif tutuklanıyor veya yurtdışına kaçıyor.
19 yaşındaki genç kız üniversiteye gitmek istiyor. 1982’de İstanbul Üniversitesi’nin Hukuk Bölümü’ne yazılıyor. Üniversitedeki son yılına kadar planına sadık kalıyor. 1984’te darbe sonrası yasaklanan İlerici Gençler Derneği’nin yeniden kurma ısrarlarını kabul ediyor ve yeniden aktif siyasete giriyor.
Geniş kapsamlı bir polis baskınları sonrasında yine İlerici Gençlik Derneği üyesi olan nişanlısı arananlar listesine alınıyor ve birlikte gizlenmek zorunda kalıyor. Nişanlısıyla birlikte, şüphe uyandırmayan evli bir çiftin Kadıköy’deki evinde saklanıyor. Karcı da parti için bir risk oluşturmaya başlıyor. Onun da ortadan kaybolmasını istiyorlar. Altı ay sonra TKP’den bir yoldaşı ziyarete geliyor. Parti’nin onların yurtdışına gitmelerine karar verdiğini iletiyor.
Doğu Berlin bir rüya gibi. Türkiye’de sosyalist bir toplum mücadelesi veren Kadriye Karcı için Alman Demokratik Cumhuriyeti bir ütopya. Ücretsiz üniversite öğrenimi, düşük kira, uluslararası dayanışma. Nişanlısı ve Alman Demokratik Cumhuriyeti’ne kaçmış diğer üç TKP üyesiyle birlikte yaşıyor. Humboldt Üniversitesi’nde Marksist-Leninist felsefe okuyor.
Doğu Almanya'da diplomat muamelesi
Alman Demokratik Cumhuriyeti vatandaşlarıyla neredeyse hiç iletişim kurmuyor. Almanya Sosyalist Birlik Partisi onlara gayri resmi diplomat muamelesi yapıyor, barınma ve okuma imkanı veriyor ama kimliklerini gizlemeye teşvik ediyordu. Aslında Siyasi mülteci olduklarını ancak duvar yıkıldıktan sonra öğrendiler.
1987’de yaz kampı için Moskova’ya gittiğinde, ütopya ilk kez çözülmeye başlıyor. Teneke kulübeler ve garda dilenen çocuklar. Sosyalizmde bu gibi yaşam şartları nasıl mümkün olabilir? Bir sonraki yıl Odessa’da, yine yaz kampında, Kadriye Karcı ilk kez Stasi olarak anılan Doğu Almanya Devlet Güvenlik Teşkilatından haberi oluyor. Kendi seminer grubunda da dört Stasi üyesinin bulunduğunu çok sonradan öğreniyor.
Kadriye Karcı Mayıs 2017’de Berlin Mitte’deki prefabrik bir apartmanın altıncı katında bulunan oturma odasında otururken, “Alman Demokratik Cumhuriyeti, sosyalist bir toplumun temel şartlarını yerine getirmişti. Ama insanın sadece ücretsiz eğitim ve işe değil, özgürlüğe ve demokrasiye de ihtiyacı var“ diye anlatıyor. Kendi sardığı bir sigarayı yakıyor. Eski zamanlardan bahsederken, sigara küllüğün içinde kendi kendine sönüyor.
Doğu Berlin, 9 Kasım 1989 akşamı. Televizyonda sonuçları ağır olan o cümle söyleniyor. Doğu ile Batı Berlin arasındaki sınırlar ortadan kalktı. Kocası ve yeni doğmuş oğluyla Storkower Strasse’deki evinin oturma odasında basın toplantısını televizyondan izleyen Kadriye Karcı’yı bir korku sarıyor. Neler oluyor orada? O akşam binlerce insan Batı Berlin’e akarken, Kadriye Karcı günlerce evini terk etmiyor. İçinde askerin idareyi ele alacağı korkusu – acaba en iyisi hangisi olurdu?
Kadriye Karcı 1991 yılında altı seneden sonra ilk kez Türkiye’ye gittiğinde, yabancılık çekiyor. Saatlerce alışveriş merkezlerini geziyor. Bugün 56 yaşında olan Karcı, “Kendimi tanıyamıyordum. Ben kimim? Nelerden hoşlanıyorum? Bu bir şoktu.“ diyor.
O an, katı Leninist parti yapıların kendisine iyi gelmediğini anlamaya başlıyor. 24 yaşındayken hayatını adadığı parti de Sovyetler Birliği’nin çözülüşü sonrasında değişiyor. “Birden yaptığımız her şey kötü olmuştu.“ diyor Karcı ve önüne düşen beyazlamış bir perçemi alnından itiyor. “O zaman yaptığımın aynısını bugün yine yapar mıyım bilmiyorum. Ama o zamanki şartlar altında yaptığımın doğru olduğundan emindim.“ Diyor.
Diren Aydın’ın hikayesi
Yaklaşık bir yıl sonra, 1992 Kasım’ında Diren** isminde genç bir kadın tanımadığı bir adamla görücü usulü evlenmek için Hannover’de uçaktan iniyor.
Alevi bir Kürt ailesinin kızı olarak 1972 yılında Güney Doğu’nun bir köyünde doğan Diren Aydın**, bir gün devrim olacağı ümidiyle büyüyor. Kürt direnişinde aktif olan babası ona korkmaması gerektiğini öğretiyor. Bir gün diye tekrarlayıp duruyor kendi kendine.
Çocukken penceresinin önündeki askerlerin ayak adımlarını her duyduğunda, babasının askerler tarafından bir çok defa götürdükten sonra farklı biri olarak her döndüğünde. Bir gün her şey değişecek. Yasak ana dilini, Kürtçe konuştuğu için öğretmeni her eline vurduğunda. Darbe sonrasında seksenli yılların başında Kürtler göz altında ortadan kaybolduğunda ve kız çocukları tecavüze uğradığında.
Bir gün, diye düşünüyormuş evinin kapısı önünde oturup dağlara baktığında, bir gün ben de orada savaşacağım. “Kürt bölgelerinde yaşıyorsan, ölüm zaten sürekli tepende dolanıyor. Sana her an saldırabileceğini biliyorsun, ama ne taraftan saldıracağını bilmiyorsun işte.“
Doksanlı yılların başında Türkiye’de Turgut Özal ile ilk Kürt Başbakan iktidara geldiğinde, Güney Doğu’da Türk askeri ile Kürdistan İşçi Partisi PKK arasında savaş koptu. Köyler yerle bir edildi, insanlar kayboldu, askerlerin terörle mücadele operasyonlarında hayvanlar bile öldürüldü.
Diren Aydın’ın ailesi 1991 yılında Malatya’daki köylerini terk edip İstanbul’a gitmeden önce köyleri zaten boşaltılmıştı. 20 yaşındaki genç kadının İstanbul’da da bir geleceği yoktu. Almanya’dan aynı köyden bir Kürt gelip, kendisiyle evlenmek istediğinde Aydın çok tereddüt etmedi. Evlilik, istenmediği bir ülkeden kaçış yoluydu. Başka bir ülkede kendisi olabilme ümidi.
Özgürlüğünü kısıtlayan katı aile yapıları ve Diren Aydın’ın güçlü karakteri yüzünden evliliğinde mutlu olamadı. “Benim gibi bir insanı kabul etmek onları zorladı. Biraz asiyimdir.“ diyor Aydın bugün boğuk bir sesle. Ailenin istediği gibi olamayacağını anlamış. Birkaç yıl sonra dünyaya getirdiği kızı da bunu değiştirmemişti.
Bunun üzerine kocasının araba tamirhanesinde çalışan Aydın, kendisini kocası olmadan geçireceği bir hayata hazırlamaya çalıştı. Evde bozulan eşyaları tamir etti, ayakları üzerinde durmayı kendi kendine öğrendi. On bir yıl sonra kocasını karşısına oturttu ve ayrılacağını söyledi. Kızı ile Aşağı Saksonya’dan Berlin’e taşındı.
Berlin’de kızıyla tek başına kalan Diren Aydın saatlerce telefon rehberindeki Türk isimlerini aradı ve bulduğu isimlere telefon açtı. Birisi telefona çıktığında tek kelime söylemeden sadece sessizce ağladı. Hep Türkiye’ye geri dönmek istedi. Ama önce kocası karşı çıktı. Kocasından ayrıldıktan sonraysa kızı okula başladı. Her şeyin değişeceği günü uzaktan beklemeye devam etti.
Ressam olma hayali
“Şimdi 45 yaşındayım,“ diyor Diren Aydın ve Herrmannstrasse’deki çatı katındaki evinde bir aşağı, bir yukarı yürürken ekliyor: “Ve o gün hâlâ gelmedi.“ İnce yüz hatları sertleşiyor. Duvarda yaptığı yağlı boya resimler asılı: Kadının doğa içindeki farklı hâlleri – boynuna kadar suyun içinde veya ağlayarak yere çömelmiş bir hâlde. Kadınların bu toplum içerisindeki yalnızlığını ifade etmeye yönelik bir deneme.
Çocukken büyük bir ressam olmanın hayalini kuran Aydın, resimlerinde Kürt kadınlarının hikayesini anlatıyor. En son iki yıl önce, Almanya’ya gelişinden 23 yıl sonra ve kızı 19 yaşına geldiğinde kürt direnişine katılmayı düşündü. “Sen gidersen ben de gelirim.“ diyen Kızına Aydın’ın yüreği el vermedi ve vazgeçti.
Bulutsuz bir Haziran gününün öğleden sonrasında Diren Aydın Wedding’deki bir arka avluda, çıplak ayaklarla bir çocuk taburesinin üstünde duruyor ve yığma betondan bir duvara hayvan resimleri yapıyor. Duvar, iki dilli bir anaokuluna ait. Burada Almanca ve Kürtçe konuşuluyor, Türkçe konuşmak yasak. “Kürt çocuklarının burada ana dillerini konuşabilmeleri beni çok sevindiriyor.“ diyor Aydın ve kaslarını esnetiyor. Rüzgar ağaçların arasından esiyor.
Çok çabuk büyüyen çocuklar için neşeli resimler yapmak istiyor. Duvardan Arı Maya, Willi ve karıncalar gülüyor. “Bunlar küçük hayvanların da ne kadar güçlü olduğunu imgeliyor“. Aydın bir tanıdığıyla kısık sesle Türkçe sohbet ediyor, bir an duraksıyor ve sonra sohbetini Kürtçe devam ettiriyor. Aslında Türkçe konuşmak daha kolayına geliyor ama bu siyasi bir tercih.
Geriye bir fantom ağrısı kalıyor. “Türkiye’deki arkadaşlarım bana diyor ki, sen orada rahatsın, internete giriyorsun, birşeyler paylaşarak devrim yaptığını zannediyorsun.“ diye anlatıyor Diren Aydın. “İstanbul’dan sadece bir arkadaşım bana farklı bir şey söyledi: 'Size acıyorum, Diren! Sürekli sokaklardasınız ve eylem yapıyorsunuz. Özel hayatınız kalmamış.“
Türkiye’deki insanları yarı yolda bırakmış olma hissi, Türkiye kökenli diasporanın tüm nesillerini birbirine bağlıyor. “İnsan kendini bir hain gibi hissediyor.“ diye anlatıyor Atiye Altül. 1999 depremi Türkiye’yi sarstığında Altül, yardım organize etmek için Berlin’de ara vermeksizin 12 saat çalışıyor. “İyi zamanlarda değil, kötü zamanlarda orada olmak istiyorum“ diyor.
Türkiye’de olup biteni uzaktan izlemenin zor olduğunu Ayşe Aniş de söylüyor. “Sürekli haberleri takip ediyorsun ve diyorsun ki: Şimdi orada olmalıydım.“ Oysaki, orada da bir şey yapamayacağını biliyor. “Rejime karşı gelen, kendini hapiste buluyor. Benim hapiste olmam ülkenin ne işine yarayacak?“ diye soruyor Anis ve hemen ardından, Türkiye’de insanların direnmesini yanlış bulmadığını ekliyor.
Bu arada açlık grevindeki akademisyene ve öğretmene saygı duyuyor. “Ama hukuğun olmadığı bir ülkede hukuk arayışı için neden kendimizi kurban ediyoruz? Onlar kadar ileriye gidip ölümü göze alamam.“
Berlin'e hoş geldin
Nisan 2017’de, Türkiye’deki referandumdan birkaç gün önce Ayşe Aniş bir kez daha İstanbul’a uçuyor, bir veda kutlaması için. Arkadaşlarla son bir buluşma. Her yerde devasa Erdoğan pankartları asılı. Türkiye’de yaşarken telefonu hiç susmaz, hatta bazen iki iş seyahati arasında çamaşır bile yıkamaya fırsat bulamazken, Berlin’deki günleri boş, telefonu bir kez bile çalmadan geçiyor. Türkiye’yi neden terk etti? Acaba İstanbul’da kalsa daha mı iyi olacaktı? “Saçmalama,“ demiş arkadaşları, “geri gelme, hepimiz buradan gidiyoruz.“
Sıcak bir Haziran akşamında Aniş, Kottbusser Damm’da, Schinkestrasse’nin köşesindeki bir büfenin önünde oturuyor ve Club Mate şişesinin içine bir teklik votka döküyor. Radyoda psikedelik Türkçe rock müziği çalışıyor.
“Excuse me, do you speak English?“ diye soruyor sarıya boyanmış saçlarıyla İsrailli genç bir kadın. Berlin’e yeni gelmiş ve telefonunun SIM kartıyla ilgili yardıma ihtiyacı var. Aniş, Alman SIM kartlarının nasıl işlediğini biliyor. Ekrana numarayı yazıyor ama bir işe yaramıyor. İsrailli kadın sıcaktan iç çekiyor ve “Why do Germans have to make everything so complicated?“ diyor. Ayşe Aniş gülüyor. “You will get used to it. Welcome to Berlin.“
*Türkiye'de kendilerine karşı olan herkesi hedef haline getirdikleri için kendisi orada olmasa da ailesinin güvenliğinin etkilenmemesi adına gerçek ismini kullanmak istemiyor.
** İsim değistirildi
taz lesen kann jede:r
Als Genossenschaft gehören wir unseren Leser:innen. Und unser Journalismus ist nicht nur 100 % konzernfrei, sondern auch kostenfrei zugänglich. Texte, die es nicht allen recht machen und Stimmen, die man woanders nicht hört – immer aus Überzeugung und hier auf taz.de ohne Paywall. Unsere Leser:innen müssen nichts bezahlen, wissen aber, dass guter, kritischer Journalismus nicht aus dem Nichts entsteht. Dafür sind wir sehr dankbar. Damit wir auch morgen noch unseren Journalismus machen können, brauchen wir mehr Unterstützung. Unser nächstes Ziel: 40.000 – und mit Ihrer Beteiligung können wir es schaffen. Setzen Sie ein Zeichen für die taz und für die Zukunft unseres Journalismus. Mit nur 5,- Euro sind Sie dabei! Jetzt unterstützen
Starten Sie jetzt eine spannende Diskussion!